3 Şubat 2010 Çarşamba

Tohumun Işığa Uzanan Mucizevi Yolculuğu



*Zifiri karanlık bir ortamda tohumdan çıkan filizler, toprak altında yollarını nasıl bulurlar?
*Topraktan çıkan bir filiz, kayanın veya büyük bir bitkinin gölgesi altında kalırsa, fotosentez yapabilmek için hangi yönteme başvurur?
*Hangi yöne gideceğini ve nasıl büyüyeceğini neye göre belirler?
*Bitkiler ışığı algılama konusunda neden hayvanlardan ve insanlardan daha avantajlıdırlar?


Tohumun bir bitkiye dönüşmesindeki ilk aşama filizlenmedir. Toprağın altında beklemekte olan tohum ancak ısı, nem ve ışık gibi faktörlerin bir araya gelmesiyle hareketlenip canlanır. Bundan önce ise adeta bir uyku halindedir. Zamanı geldiğinde uykusundan uyanır ve filizlenmeye başlar.


Tohumların Filizlenmek için iki Önemli ihtiyacı Vardır: Su ve Enerji


Olgun tohumlardaki embriyoların suyu bulunmaz. Metabolizmanın tekrar aktif hale gelmesi içinse yani büyüme işleminin başlayabilmesi için hücrelerde sulu bir ortama ihtiyaç vardır. Bu nedenle bir tohumun filizlenmesi için öncelikle suya ihtiyacı vardır.


Tohum yağmur veya sulama gibi yöntemlerle ıslandığında mutlaka oksijene de ihtiyaç vardır. Çünkü içindeki besinlerden oksijenli solunumla enerji ve ısı üretimine başlar. Uygun sıcaklık ise, enzimlerin maksimum hızlarda çalışmasını sağlar. Tohumun ıslanması ile önce tohum örtüsü şişer ve embriyo hücrelerinde bulunan enzimler faaliyete geçerek “giberellin” isimli yeni bir hormon salgılamaya başlarlar. Bu hormon, uyku durumunda kalmayı sağlayan absisik asitin etkisini ortadan kaldırır. Bu asitin etkisinin ortadan kalkması ile de sindirim enzimleri (alfa-amilaz) faaliyete geçer. Bu enzimler, besin deposu içindeki nişastanın parçalanarak şekere dönüşmesini sağlar. Ortaya çıkan şekerler embriyo hücreleri tarafından solunumda kullanılır ve böylece hücrelerin bölünmesi için gerekli enerji sağlanmış olur.


Tohumlar Büyümeye Başlıyor


Gereken koşullar sağlanıp da çimlenme başladığında tohum topraktan suyu çeker, embriyo hücreleri bölünmeye başlar ve daha sonra tohum kabuğu açılır. Filizlenme süresince bitkinin tohumdan çıkan ilk bölümü kökçüklerdir. Bitkilerdeki kök sisteminin ilk aşaması olan bu kökçükler sürekli sürgün verir ve toprakta aşağı doğru büyürler. Kökler büyüdükçe toprağı zorlamaya başlar ve yüksek derecede bir sürtünmeyle karşılaşırlar. Ancak hiçbir zarar görmezler.


Kökçüklerin gelişmesini, sap ve yaprakları üretecek olan tomurcukların gelişimi izler. Tohum toprak üstüne, ışığa doğru yönelir ve sürekli güçlenir. Toprağın üstüne çıkan filizin ilk gerçek yaprakları açıldığındaysa bitki, fotosentez yoluyla kendi besinini üretmeye başlar.


Buraya kadar anlatılanlar, aslında çok iyi bilinen, hatta sık sık gözlemlenen konulardır. Tohumların toprağı yararak içinden çıkmaları herkes için çok alışılmış bir görüntüdür. Ama tohumun büyümesi sırasında gerçekte bir mucize gerçekleşmektedir. Ağırlığı ancak “gram”larla ifade edilebilecek olan bir filiz, üzerindeki kilolarca ağırlıktaki toprağı delerek yukarı çıkarken hiç zorlanmaz. Tohumdan çıkan filizlerin tek amacı toprağın üstüne çıkıp ışığa ulaşmaktır. Çimlenmeye başlayan bitkiler incecik gövdeleriyle sanki boş bir alanda hareket ediyormuş ve üzerlerinde onca ağırlık yokmuşçasına, oldukça rahat bir şekilde, yavaş yavaş gün ışığına doğru yol alırlar. Ancak filizler bazen büyümek için uygun bir ortam bulamaz. Güneş ışığından yararlanamayacağı gölgelik bir ortamda büyümeye devam ettiğinde ise, fotosentez yapması zorlaşacaktır. Peki, böyle bir durumda bitki nasıl büyür?


Fototropizm: Işık Kaynağını Takip Eden Filizler


Tohumdan çıkan filizlerin en mucizevi özelliklerinden biri yeryüzüne çıktıklarında gölgelik bir ortamla karşılaşırlarsa hemen ışık kaynağına doğru büyüme yönlerini değiştirmeleridir. Fototropizm olarak bilinen bu işlem göstermektedir ki, filizler de ışığa duyarlı yön tayini sistemine sahiptir.


Hayvanlarla ve insanlarla karşılaştırdığımızda bitkiler, ışığı algılama konusunda daha avantajlı durumdadırlar. Çünkü hayvanlar ve insanlar sadece gözleriyle ışığı algılayabilirler. Bitkilerdeki yön tayin sistemi ise son derece keskindir. Bu yüzden hiçbir zaman yönlerini şaşırmazlar.


Evinizdeki bitkileri daha karanlık ya da güneşi doğrudan almayan bir yere koyduğunuzda bir süre sonra güneşin geldiği yöne doğru döndüklerini görürsünüz. Bunun için kimi zaman yapraklarının boylarını uzattıklarına ve yapraklarının yönlerini değiştirdiklerine hatta kıvrıldıklarına şahit olursunuz. Bir filizin, toprağın altından çıkar çıkmaz ya da karanlık bir yere konulduğunda hemen güneşin geldiği yönü tespit edebilmesi ve bilinçli bir şekilde o yöne yönelebilmesi üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. Bitkiler sahip oldukları ışığa ve yerçekimine dayalı kusursuz yön tayin yetenekleri sayesinde kolaylıkla bu başarıyı elde etmektedirler.


Bitkiyi Büyüten Uyumlu Çalışma


Çimlenme, küçücük bir cisimden metrelerce uzunluktaki ve tonlarca ağırlıktaki bir bitkinin oluşmasının ilk aşamasıdır. Yavaş yavaş büyüyen bitkinin kökleri yere, dalları yukarıya doğru uzanırken, içindeki sistemler de (besin taşıyacak sistemler, üremesini sağlayacak sistemler, bitkinin uzamasını, genişlemesini ve bunların durmasını kontrol eden hormonlar) hep birlikte ortaya çıkar ve hiçbirinin oluşumunda bir aksama ya da gecikme olmaz. Bitki için gerekli olan her şey aynı anda gelişir. Bu son derece önemlidir. Örneğin, bir yandan çiçeğin üreme mekanizması gelişirken, diğer yandan da taşıma boruları (besin ve su taşıma boruları) oluşmaktadır. Aksi takdirde, mesela çiçek üreme mekanizması oluşmayan bir bitkide, taşıma borularının hiçbir önemi olmayacaktır. Köklerin oluşmasının da bir anlamı yoktur. Çünkü böyle bir bitki neslini devam ettiremeyeceği için, ek mekanizmalar bir işe yaramayacaktır.


Tohumlardaki Özel Tasarım


Bir adet tohumu ve bununla birlikte yine bu tohumun büyüklüğünü, ağırlığını ve içerdiği moleküllerin karışımını içeren başka bir maddeyi belirli bir derinliğe gömelim ve bir süre bekleyelim. Cinsine göre gereken süre geçtiğinde, ektiğimiz tohumun, toprağı yararak yeryüzüne çıktığını görürüz. Oysa ne kadar beklersek bekleyelim diğer maddenin toprağın üstüne çıkışını göremeyiz. İster yüz yıl bekleyin, ister bin yıl bekleyin sonuç değişmeyecektir. Bu farkın nedeni tabii ki tohumlardaki özel yaratılıştır. Bitkilerin genlerine, bu işlem için gerekli bilgiler kodlanmıştır. Bitkilerde var olan tüm sistemler açıkça yaratılışı kanıtlar. Bütün detaylar bitkilerin rastlantılarla oluşmasının mümkün olmadığını, aksine bitkilerin ortaya çıkışında son derece kusursuz bir düzenin olduğunu gösterir.


Tohumun Düşündürdükleri


Bilindiği gibi, toprağın genel olarak çürütücü, parçalayıcı özelliği vardır. Ancak toprağın içindeki tohum ve milimetrenin yarısı inceliğindeki kökler hiçbir zarar görmezler. Aksine toprağı kullanarak sürekli gelişir ve büyürler. Tohumun yarılıp içinden filizin çıkabilmesi için çok yüksek miktarda kuvvet gerekmektedir. Bu kuvvetin büyüklüğü, filizlerin asfalt kaldırımların kenarlarını çatlatarak çıktıkları düşünüldüğünde çok daha iyi anlaşılmaktadır. Bu etkili gücün kaynağı her bitkiyi oluşturan hücrelerin içinde bulunan hidrolik basınçtır. Bitkinin büyümesi için mutlaka gerekli olan bu basınç hücre duvarını esnetip, genişletme özelliğine sahiptir. Eğer bu özellik olmasaydı bitkilerdeki hücre büyümesi gerçekleşemezdi, yani tohum filizlenemezdi.


Pek çoğu küçük kuru tahta parçalarına benzeyen tohumlar, aslında içlerinde bitkilere ait binlerce bilgiyi barındıran genetik şifre taşıyıcılarıdır. İleride oluşturacakları bitkiler ile ilgili tüm bilgiler tohumların içinde saklıdır. Bitkinin kökünün ucundaki tüycükten, gövdesinin içindeki borucuklara, çiçeklerinden, vereceği meyveye kadar tüm bilgiler en küçük detaylarına kadar eksiksiz olarak tohumun içinde mevcuttur.

Antioksidanlar, hücrelere ve bağışıklık sistemine saldıran “serbest radikaller” adlı moleküllere karşı koruyucu bir kalkan oluşturan kimyasal moleküllerdir. Vücut hücreleri tarafından üretilen antioksidanlar, vücut için büyük risk oluşturan serbest radikallerin yıkıcı etkilerini engeller, pek çok hastalığa ve erken yaşlanmaya neden olabilecek zincir reaksiyonları önlerler.

Serbest radikallerin oluşumuna ise petrokimya ürünleri, X ve UV ışınları, sigara dumanı, hava kirliliği, hatta yiyecek ve içeceklerde bulunan koruyucular ve katkı maddeleri gibi bazı bileşikler neden olmaktadır. Normal şartlarda vücut için çok büyük bir tehlike arz eden bu maddelere karşı bazı enzimler görevlendirilmiştir. Bu enzimler, ciğerlerimize hava çektiğimizde vücudumuzda oluşan serbest radikalleri zararsız ara ürünlere çevirmekle görevlidirler. Bu iş için görevli olan söz konusu enzimler ise katalaz, superoksit dismutaz (SOD) ve glutatyon peroksizdazdır. Nükleer bir reaktörde temizlikten sorumlu işçiler nasıl son derece özenli çalışıyorlarsa, superoksit dismutaz, katalaz ve glutatyon peroksidaz adlı bu enzimler de solunum sırasında oluşan tehlikeli ara ürünleri daha zararsız ürünlere çevirme görevleri esnasında aynı şekilde büyük bir titizlikle çalışmaktadırlar.

Enzimlerin dışında E ve C vitaminler, karoten ve glutatyon adlı moleküller de serbest radikallerin kötü etkilerini gidermek üzere görevlidirler. Pek çok sebze ve meyve türü, ceviz, fındık, bitkisel yağlar, kırmızı ve beyaz et, balık ve tahıl gibi gıdalar antioksidan açısından oldukça zengindir. Serbest radikallerin zararlı etkilerini gidermek için ayrı ayrı koruyucu moleküllerin ve çok sayıda doğal besinin yaratılmış olması, hiç şüphesiz insanlar için çok büyük bir nimettir. Nitekim insan, kendi sağlığını tehdit eden serbest radikallerin varlığından tamamen habersiz olduğu gibi, sebep oldukları zararlı reaksiyonları tek başına bertaraf edebilecek güce de hiçbir şekilde sahip değildir. Allah’ın biz insanların hizmetine sunduğu moleküllerin ve gıdaların içerdiği antioksidanların yoğun tedbir faaliyetleri canlı ve sağlıklı kalmamıza vesile olmaktadır.

Antioksidan enzimlerinin yokluğu hastalıklara ve ölüme sebep olur. Bu enzimlerin varlığı evrim teorisinin iddia ettiği gibi kademe kademe bir gelişim olamayacağına da bir delil teşkil etmektedir. Nitekim bu enzimler ancak son mükemmel halleriyle kusursuz çalışabilmektedir. Diğer bir deyişle, mükemmel hallerinden en ufak bir sapmanın görülmesi halinde ölüm ve ölümcül hastalıklar başgösterir.

Uçuş Tekniklerini Fizik Kanunları İle Belirleyen Bir Canlı: Orkide Arısı



En kusursuz uçuş makinesi hangisidir?


Skorsky helikopteri mi, Boeing 747 yolcu uçağı mı, yoksa F-16 savaş uçağı mı?


Eylemsizlik kanunu nedir?


Orkide arısı “eylemsizlik kanunu”nu kullanarak uyçuş verimini nasıl artırır?


Elbette bu uçuş makinelerinin her biri kendi alanında birer tasarım harikasıdır. Ancak birçok canlı vardır ki yıllarca eğitim gören mühendislerin oluşturduğu bu araçlardan çok daha üstün özelliklere sahiptirler. Devasa hava taşıtlarıyla karşılaştırıldığında gözle görülmeyecek kadar küçük boyutlara sahip olan orkide arısı, bu kusursuz yaratılışa sahip canlılardan sadece biridir. Bu canlı, hava akımlarına karşı gelmek ve hızlı uçuş sağlamak için fizik kanunlarını adeta çok büyük bir bilinçle uygular.


Newton’un 1. Hareket Yasası’na göre, durmakta olan cisimlerin durma istemine, hareket etmekte olan cisimlerin hareket etme istemine “eylemsizlik” ya da “atalet” denir. Örneğin bir arabaya bindiğimizde araç hızlanırken geriye doğru itiliriz. Araç fren yaptığında ise öne doğru geliriz. Bu durumlarda bize etki yapan kuvvete eylemsizlik kuvveti denir. Kısaca eylemsizlik, cisimlerde mevcut hareketin ve durumun muhafaza edilme eğilimidir.


Orkide arıları, işte bu kanundan faydalanarak uçarken en verimli maksimum hıza ulaşırlar. Bu onlar için hayati bir öneme sahiptir. Çünkü bu sayede düşmanlarından kaçabilir ve rüzgar fırtınalarını başarıyla atlatabilirler.


Orkide Arıları Hangi Teknikle Uçuyor?


Bu arılar uçarken rüzgârın yarattığı hava akımına karşı güçlü arka ayaklarını açarlar. Bilindiği gibi orkide arılarının erkekleri, çok büyük olan arka ayaklarının üzerine aromatik kokuları toplamaları ve bunları çiftleşme gösterilerinde dişileri etkilemek için kullanmaları ile tanınırlar. Erkek orkide arıları bu aromatik kokulara ulaşmak için de çok ters hava koşullarının içinden geçmekte tereddüt etmezler. Bu arılar, yüksek uçuş hızlarını rüzgar gibi değişik güçteki hava akımlarıyla değiştirirler. Yüksek hızlara çıktıklarında arılar bir yandan öbür yana doğru yuvarlanmaya benzer bir savrulma hareketi yapar ve hava akımlarıyla başa çıkmak için arka ayaklarını açıp uzatırlar. Bu hareket aslında, arının eylemsizlik kanununu kullandığını, dolayısıyla yuvarlanmayı da azalttığını gösterir. Yapılan hareket dönmekteyken yavaşlamak için kollarını açan buz patencisinin hareketine benzetilebilir. (“Trading energy for safety, bees extend legs to stay stable in wind”, eurekalert.org, Özden Hanoğlu, Bilim ve Teknik, 03/06/2009.)


Orkide Arısının Atalet Kanununu Kullanma Şekli


Bir jet uçuşa geçtiğinde iniş takımlarını geri çeker. Oysa bazı arıların hızlı uçuş esnasında “iniş takımlarını” yani ayaklarını aşağı bıraktıkları tespit edilmiştir. Orkide arılarının, hızla uçarken büyük arka ayaklarını ayak bağı olmasın diye altlarına kıvırmaları beklenirken onlar, ayaklarını vücutlarının altında sarkıtırlar. Elde ettikleri “burun aşağı” duruş sayesinde vücutlarını ileri doğru iterek maksimum uçuş hızına ulaşırlar. Arı hızlanınca doğal olarak dengesini kaybetme eğilimi ortaya çıkar. Ancak arı ayaklarını aşağı sarkıtarak dönüş ataletini sağlar ve yüksek hızda uçuşun sebep olacağı yuvarlanma hareketini önler. Böylece dengesini bulmak için zaman kazanmış olur.


Orkide arısının uçuş tekniği, bazı eski helikopterlerin rüzgarda sürüklenmeleri sırasında dengelerini sağlamak için ileri eğilmelerine benzetilir. Uzmanlar, arının ayakları gibi görev yapan bir aletin tasarımlarına dahil edilmesiyle, bu tekniğin yeni minyatür uçak tasarımlarına esin kaynağı olabileceğine dikkat çekmektedirler.


Orkide Arısının Mükemmel Vücut Yapısı Dikkati


çeken bir diğer nokta da arının dengesini sağlayabilmesi ve hızlı uçabilmesi için arka bacaklarının farklı yaratılmış ve kanat benzeri bir şekilde donatılmış olmasıdır. Arı ayaklarının dış yüzeyinde, iç yüzeyinde ve arka yani sürüklenen kenarında tüyler vardır. Bu bir uçağın kanat profilinin tasarımına benzer. Uçak kanadının da dış bükey üst yüzeyi, iç bükey alt yüzeyi ve gittikçe incelen bir arka kenarı vardır. Bu, havanın üstte ve sonra altta çok hızlı akışını sağlayarak kaldırma kuvvetlerinin düzenlenmesine yardımcı olur.

21 Ocak 2010 Perşembe



Çoğu bitki türü, tırtıl saldırısına uğradığında, korunmak amacıyla uçucu organik kimyasallar salgılar. Bu kimyasallar sayesinde saldırgan tırtılların düşmanı olan avcı böcekler bölgeye gelir ve tırtılları yiyerek bitkiyi korurlar.
Örneğin, ABD'nin Utah eyaletinde yetişen bir tütün bitkisinin yaprakları, Manduca güvesinin tırtılı tarafından sıklıkla saldırıya uğrar. Tütün bitkisi yapraklarını yiyen tırtılın salyasını "analiz eder" ve zarar gördüğünü "anlar". Hemen savunma sistemini "devreye sokar" ve uçucu organik kimyasallar salgılamaya başlar. Tütün bitkisinin salgıladığı uçucu kimyasallar sayesinde Geocoris böceği hemen yardıma gelir ve tırtıl yumurtalarını yiyerek zararlıların sayısının artmasını engeller.
Böylece ekine zarar veren tırtıllar dolaylı bir strateji ve üstün bir akıl sayesinde imha edilmiş olur. Peki ama,
-Bitki zarar gördüğünü nasıl algılayabilmektedir?
-Bitki tırtılın salyasını nasıl tahlil edebilmekte ve kendisini korumak için hangi böceğe ihtiyacı olduğunu nereden bilmektedir?
-Bitki kendisine yardım edecek olan Geocoris böceğinin ilgisini çekmek için uçucu özellikte kimyasal maddeyi nasıl üretebilmektedir?
Şüphesiz bir bitkinin kendisini düşmanlarından korumak için böylesine akılcı bir stratejiyi oluşturması mümkün değildir.
Bitkiyi kusursuz özelliklerle yaratan ve kendisini korumak için neler yapması gerektiğini bitkiye ilham edilmiştir
.

KELEBEKLERDEN ISINAN BİLGİSAYAR ÇİPLERİNE ÇÖZÜM



Kelebek kanatlarındaki mükemmel tasarım bir mucizeyi de beraberinde taşıyor. ABD'de Tufts Üniversitesi'nde yapılan bir araştırma kelebeğin kanatlarında özel bir soğutma sistemi olduğunu ortaya çıkardı. Kelebekler soğukkanlı canlılar oldukları için vücut ısıları devamlı olarak düzenlenmek zorundadır. Bu, çok büyük bir problemdir. Çünkü böcek uçarken kanatlarda yüksek derecede ısı oluşur. Çözüm ise, kanın kanatlardaki çok ince film yapıların içinden geçirilmesi ile sağlanır. Kelebeğin vücudunda oluşan fazla ısı, kanatlardaki ince damarlarda kanın dolaşmasıyla birlikte dışarı atılır.

Kelebeklerdeki bu özel soğutma sistemi bilgisayar çiplerindeki sistem ile karşılaştırılmış ve çok üstün bir performansa sahip olduğu görülmüştür.
Bilgisayar çipi teknolojisi geliştikçe ortaya çıkan ısı problemi de büyümektedir. Daha hızlı çipler, daha fazla ısı anlamına gelmektedir. Bu ısının giderilmesi problemi çip üreticilerinin gündemini oluşturmaktadır. Bu konuda yürütülen çalışmalar sonucunda kelebek kanatlarındaki teknolojinin 2 yıl içinde üretime girmesi planlanmaktadır.
Bilim adamları doğadaki canlıları örnek alarak tasarımlar yapmaktadırlar. Kısacası canlılardaki benzersiz sistemler, teknolojinin gelişmesinde ve yeni çözümler bulmasında yol gösterici olmaktadır.


Ormia Ochracea isimli sinek, yumurtalarını cırcır böceğinin üzerine bırakır ve yumurtalardan çıkan larvalar cırcır böceği ile beslenirler. Ormanın içinde bir cırcır böceğinin yerini bulmak ise oldukça zordur. Ama Ormia sineği, bu iş için özel tasarlanmış hassas kulakları sayesinde, böceğin yerini kolayca bulabilir.
İnsan beyninde de sesin yerini tespit için aynı yöntem kullanılır. Bunun için, sesin önce yakındaki kulağa, daha sonra uzakta kalan kulağa ulaşması yeterlidir. Sesin iki ayrı kulağa kaç milisaniye farkla ulaştığını hesaplayan beyin, böylece sesin geldiği yönü saptar. İnsanda bu hesaplama 10 milisaniyede sonuçlanmaktadır. Oysa Ormia sineği, aynı hesabı toplu iğne başı büyüklüğündeki beyniyle üstelik insandan 1.000 kat daha hızlı bir şekilde gerçekleştirebilmektedir.
34
Doğadaki tasarımlar insan için her zaman tükenmez bir ilham kaynağı olmuştur. Modern teknolojik ürünlerin büyük bölümü doğadaki tasarımların taklididir. Milyonlarca yıldır kusursuz bir şekilde işleyen sistemleri taklit etmek şüphesiz tasarımcıların işini oldukça kolaylaştırır. Sineğin kulağındaki bu mükemmel tasarım da, günümüzde Ormiafon adı altında, işitme aleti ve dinleme cihazlarının yapımında taklit edilmeye çalışılmaktadır.

2 GRAMLIK GÜVEYİ TAKLİT EDEN 150 TONLUK SAVAŞ TEKNOLOJİSİ

Modern çağın ordularının kullandığı AWACS uçakları saldırı anını ve yönünü önceden bilecek şekilde tasarlanmıştır. AWACS'lar yüz milyonlarca dolar harcanarak kurulan tesislerde, yüzlerce bilim adamı ve mühendisin ortaklaşa yürüttükleri çalışmaların ürünüdür. Bu uçaklar üzerlerindeki dev radarı ve karmaşık bilgisayar sistemlerini kullanarak kendilerinden çok uzaklardaki düşmanın faaliyetlerini gözetleyebilir.
Doğadaki canlılardan biri de, tüm yaşamı boyunca AWACS ile kıyaslanabilecek üstünlükte bir beceriyi ortaya koyar. Bu canlılar birkaç gramlık, 2-2.5 cm'lik güvelerdir.
Bazı güve türleri tıpkı AWACS uçaklarındaki gibi bir "erken uyarı" sistemi ile donatılmışlardır. Bu güveler kanatlarının altındaki kulakları sayesinde, düşmanları olan yarasanın yaydığı ses dalgalarını 100 m uzaktan bile duyabilirler. Böylece düşmanlarının koordinatlarını ve kendilerini hedef alan bir saldırıya başlayıp başlamadıklarını belirleyebilirler.
Bir yanda 150 ton ağırlığında, kanat açıklığı 40 m'yi, boyu ise 44 m'yi bulan AWACS uçağı, diğer yanda birkaç gram ağırlığında kanat açıklığı da 2.5 cm olan 2 cm. boyundaki güve…
İkisi de aynı teknolojik özellikte. Üstelik AWACS'ın uçması için 9.5 ton uçak benzini gerekirken, güvenin bu iş için birkaç miligram bitki öz suyu alması yeterli… AWACS'ın radarının ve bilgisayarlarının işlemesi için kilometrelerce kablo kullanılırken, güvenin mükemmel algılama sistemi için sadece iki kısa sinir lifi yeterli…İnsanlığın yüzlerce yıllık bilimsel birikiminin, tonlarca ağırlıktaki uçaklara ancak sığdırabildiği erken uyarı sistemleri, birkaç gramlık güvenin kanatları altında kibrit ucu kadar bir alanda gerçekleştiriliyor.
İnsanların tüm imkanlarını seferber etmesine karşın, benzerini bile yapmakta zorlandıkları böyle mucizevi bir sistem, küçücük bir güvenin bedeninde kusursuzca yaratılmıştır

KÖPEK BALIKLARI



KÖPEK BALIKLARINA ÖZEL ISITMA SİSTEMİ
Beyaz köpek balıkları avlarını gözleri ile takip ederek yakalar. Sıcak mercan kayalıklarında gezindiklerinde bu canlılar için hiçbir sorun yoktur. Avlarını kolaylıkla görürler. Ancak serin okyanuslarda gezindiklerinde beyaz köpek balıklarının soğuktan görüş yeteneklerinin etkilenmesi gerekmektedir.
Normal şartlar altında soğuk suyun etkisiyle kimyasal işlemler yavaşlayacağı için hayvanın gözlerinin hızla hareket eden avını takip etmede çok ağır kalması gerekmektedir. Ancak köpek balığı hiçbir zaman böyle bir problem yaşamaz. Çünkü beyaz köpek balıklarının gözleri kendileri gibi soğukkanlı değildir. Bu köpek balığı türünde vücut kaslarının ısısı direkt olarak gözlere aktarılır. Bu sayede en hızlı hareket eden balıkları hatta fok balıklarını bile rahatlıkla yakalayabilirler.
31
Peki görme duyuları, suyun içindeki hareketleri takip edemeyecek kadar zayıf olan diğer tür köpek balıkları nasıl avlanırlar?
Bu sorunun cevabı köpek balıklarının mükemmel yaratılışlarını bize tanıtır.

ELEKTRİK AKIMLARINA DUYARLI KÖPEK BALIKLARI
Bütün canlılar ısı dışında elektrik de yayarlar. Karada yaşayan bir canlının bu akımları hissetmesi zordur çünkü hava bir yalıtkan görevi görür. Ancak suyun içerisinde durum farklıdır. Elektrik doğal bir iletken olan suyun içerisine akar. Dolayısıyla bu elektriği hissedebilen bir canlı son derece etkili bir duyuya da sahip olmuş olur. İşte köpek balıkları da bu avantaja sahip olan canlılardandır. Öyle ki sudaki tüm titreşimleri, suyun ısısındaki değişimleri, tuzluluk oranını ve özellikle de hareket halindeki canlıların yol açtığı elektrik alanındaki küçük değişiklikleri bile hissedebilirler.32
Köpek balıklarının vücutlarında, içi jöle dolu çok sayıda oluk mevcuttur. Bu oluklar yoğun olarak köpek balığının kafasında yerleştirilmiş olmasına karşın, balığın tüm vücudu boyunca da dağılmıştır. "Lorenzini ampülleri" olarak adlandırılan bu özel organlar, mükemmel birer elektrik algılayıcısıdır. Köpek balıkları ve vatozlar bu algılayıcılarını kullanarak avlarını bulurlar. Bu organlar, başın ve hayvanın yüzündeki sivri kısmın üstünde bulunan gözeneklere bağlıdırlar. Ve elektrik algılayıcısı (elektroreseptör) olarak son derece hassastırlar. Öyle ki köpek balıkları, bir voltun 20 milyarda biri büyüklüğündeki akımları bile hissedebilirler.
Bu muazzam bir güçtür. Evinizdeki kalem pilleri düşünün. İşte 1.5 voltluk bu pillerden iki tanesini birbirinden 3000 kilometre uzağa koyduğumuzda köpek balıkları bu pillerin yaydığı akımı hissedeceklerdir.
33
Buraya kadar verilen tüm bilgiler, köpek balıklarının olağanüstü derecede kompleks vücut sistemlerine sahip olduklarını göstermektedir. Köpek balıklarındaki sistem ve organların pek çoğu birbirine bağlı çalışmaktadır. Biri olmadan diğeri fonksiyonlarını yerine getiremez. Örneğin elektrik akımlarını algılayan sistemin parçalarından tek biri bile olmasa ya da herhangi bir sakatlık olsa, Lorenzini ampülleri hiçbir işe yaramaz.
Bu açık gerçeğe rağmen evrim teorisine göre; ilk ortaya çıkan köpek balıklarının yani "ilkel köpek balıklarının" bugünküler gibi elektrik algılayıcılarının olmadığının, ancak zaman içinde bu mükemmel sistemin bir şekilde oluştuğunun kabul edilmesi gerekir. Ancak böyle bir kabulün mantıksızlığı çok açıktır. Çünkü köpek balıklarının bu sistem olmadan yaşaması mümkün değildir. Ayrıca böyle kompleks bir sistemin zamanla oluşamayacağı da ortadadır. Vücut kaslarının ısısını direkt olarak gözlere aktaracak, elektrik dalgalarını muazzam bir hassasiyetle fark edecek bu sistemler bir bütün olarak ortaya çıkmak zorundadırlar.
Dolayısıyla bu sistemin evrimcilerin iddia ettikleri gibi "aşama aşama" gelişmesi mümkün değildir. Ara aşamaların hiçbiri herhangi bir işe yaramayacaktır. Nitekim fosil kayıtları da bu gerçeği doğrulamaktadır. Milyonlarca yıl öncesine ait köpek balığı fosilleri ile günümüzde yaşayan köpek balıkları arasında hiçbir farklılık yoktur.
Lorenzini ampulleri köpek balıklarının sahip oldukları özelliklerden yalnızca biridir. Köpek balıkları gerek solunum sistemleri, gerek yollarını bulmalarını sağlayan manyetik alıcıları, gerekse hızlı yüzme yetenekleri ile birer yaratılış mucizesidirler.

İLGİNÇ BİR BİTKİ: TORBAOTU


Bir canlının hareket yeteneği yoksa ve etobursa nasıl beslenir? Bu soruya en güzel cevap olarak bir su bitkisini örnek verebiliriz.
Bilim dünyasında Utricularia adıyla bilinen torbaotu bir su bitkisidir. Torbaotunun kese biçimindeki kapanlarında üç tip salgı bezi bulunur: Bunlardan ilki olan küresel salgı bezleri, kapanın dış yüzünde yer alır. Diğer iki tip salgı bezi, yani "dört kollu salgı bezleri" ve "iki kollu salgı bezleri" ise kapanın iç yüzünde yer alır. Bu farklı salgı bezleri, çok ilginç bir tuzağı aşamalı olarak çalıştırır. Öncelikle iç yüzeydeki salgı bezleri devreye girer. Bu bezlerin üzerindeki tüyler, suyu torbaotunun dışına doğru pompalar. Böylelikle torbaotunun içinde, önemli bir boşluk meydana gelir. Bu boşluğun ağzında ise, deniz suyunun tekrar içeri girmesini engelleyen bir kapan vardır.
Bu kapanın üzerinde bulunan tüyler ise, dokunmaya karşı oldukça duyarlıdır. Sudaki bir böcek veya organizma bu tüylere değecek olursa, kapan hızla açılır. Doğal olarak da içi boş olan torbaotuna doğru ani bir su akımı oluşur. Bu akıntıya kapılan kurban daha ne olduğunu anlamadan kapan kapanır. Saniyenin binde biri kadar kısa süren bu olaydan hemen sonra da, salgı bezleri içeride hapsolan avı sindirmek üzere salgı üretmeye başlar.
30
Her torbaotu bu mükemmel tasarıma sahiptir. Aynı salgı bezleri tümünün kapanlarının iç yüzünde yer alır. Kapanların üzerindeki tüyler de aynı duyarlılıktadır. Bu mekanizma nasıl ortaya çıkmıştır? Nasıl olup da bu tür su bitkilerinin tümünde aynı özellikler olmaktadır?
Evrim savunucuları canlılardaki bu gibi özelliklere tesadüfler ile açıklama getirmeye çalışırlar. Ancak bu tasarım tek bir gerçeğe işaret etmektedir. Canlılar vücutlarındaki tasarımlara sahip olarak bir anda ortaya çıkmışlardır. Tüm canlıları bu özelliklere sahip olarak yaratan yüce Allah'tır.

PALAMUT BÖCEĞİNİN DELME MEKANİZMASI



Bir tahtayı delmek oldukça zordur. İnsan için teknik alet kullanmadan yapılamayacak bu işlemi küçük bir böcek bütün ömrü boyunca hiç zorlanmadan yapar. Gövdesinden daha uzun bir boruyu kafasında taşıyan palamut böceği, meşe ağacının palamut adlı tahtamsı meyvesine bağımlı yaşar. Böceğin kafasındaki bu borunun ucunda da minik fakat çok keskin bir testere dişi bulunur.Böcek normal zamanda bu boruyu, yürümesine engel olmaması için, vücuduyla aynı doğrultuda tutar. Bir palamutun üzerine geldiğinde ise, boruyu ona doğru eğer. Bu haliyle tam bir sondaj makinesine benzemektedir. Borusunun testereye benzeyen ucunu palamuta dayar. Hareketli kafasını bir sağa bir sola döndürerek boruyu oynatır ve palamutu delmeye başlar. Böceğin kafası bu iş için ideal bir tasarıma sahiptir ve olağanüstü bir hareket serbestliği gösterir.
Böcek bu şekilde sondaj yaparken bir yandan da borusu aracılığıyla palamut içindeki meyveyi yiyerek beslenir. Ancak meyvenin büyük bölümüne dokunmaz; bunu yeni doğacak yavrusu için saklamaktadır. Delme işlemi tamamlandığında, böcek açılan delikten içeri bir tane yumurta bırakır. Yumurta, annesinin palamut içinde açtığı kanalın içine yerleştikten sonra larva halini alır. Larva palamutu yemeye başlar. Yedikçe büyür, büyüdükçe de daha çok yer. Larva ne kadar çok yerse, palamut içinde gelişmek için kendine o kadar çok yer açmış olur.
Bu durum, palamut bağlı olduğu daldan düşene kadar devam eder. Palamutun yere düşerken çıkan çarpma sesi ve sarsıntı, larvaya artık dışarı çıkma zamanının geldiğini haber verir. Güçlü dişleri sayesinde, daha önceden annesinin açtığı deliği büyütür ve delikten dışarı çıkar. Larvanın bundan sonraki ilk işi kendini yerin 25-30 cm kadar altına gömmektir. Burada "pupa" evresini geçirecek ve bir ile beş yıl boyunca bekleyecektir. Tam bir yetişkin olup toprak üzerine çıktığında ise, bu kez o palamutlara sondaj yapmaya başlar. Pupa süresindeki farklılık, yeni sürgündeki palamutların olgunlaşmasına bağlı olarak değişmektedir.
29
Palamut böceğinin bu ilginç hayatı, evrim teorisini çürüten ve Allah'ın canlıları ne denli kusursuz tasarımlarla yarattığını gösteren delillerden biridir. Dikkat edilirse, böceğin her türlü mekanizması belirli bir plan üzere tasarlanmıştır. Sondaj borusu, bu borunun ucundaki kesici dişler, borunun kullanılmasını sağlayan oynak kafa yapısı, tüm bunlar rastlantılarla ya da "doğal seleksiyonla" açıklanamaz. Sahip olduğu uzun boru, sondaj işini kusursuzca başarmadığı sürece, hayvan için bir ayakbağından ve dolayısıyla dezavantajdan başka bir şey olmayacaktır. Bu yüzden "aşama aşama" geliştiği iddia edilemez.
Larvanın palamut kabuğunu parçalayacak güçlü dişlere sahip olması, dışarı çıktığı anda toprağın derinliklerine girmesi gerektiğini "bilmesi" ve burada beklemek için de "sabretmesi" zorunludur. Aksi halde canlı neslini sürdüremeyecek ve yok olacaktır. Tüm bunlar rastlantılarla açıklanamaz ve bu küçük canlının çok üstün bir akıl gösterisiyle yaratıldığını ortaya koyar.

1 Gram DNA Molekülü = 1 Trilyon CD Dolusu Bilgi



Geleceğin bilgisayarlarını tasarlayan mühendisler insan genomunu "erişilmesi imkansız" bir tasarım olarak nitelendirmektedirler. Bunun nedenini anlamak için küçük bir karşılaştırma yapalım:
İnsan vücudundaki yaklaşık 100 trilyon hücrenin her birinin çekirdeğinde yer alan DNA, o kimseye ait tüm özellikleri içeren bilgiyi depolamıştır. DNA akıl almaz derecede üstün bir tasarıma ve bilgi depolama kapasitesine sahiptir. Öyle ki 1 gram DNA molekülü, 1 trilyon CD'ye eşit bilgi barındırır.
28 Bir tek CD'ye yüzlerce kitap dolusu bilginin sığdığı düşünülecek olursa 1 trilyon CD'lik bilgiyi barındıran DNA'nın kapasitesi daha iyi anlaşılabilir.
DNA'daki bilgi depolama sistemi, bilgisayar mühendislerinin henüz taklit etmeyi bile hayal edemedikleri kadar mükemmel bir yapıya sahiptir.
DNA molekülü, istisnasız her insanda ve her hayvanda ilk yaratıldıkları andan itibaren vardır. Bu hatırlandığında, ne kadar üstün bir yaratılışla yaratıldığımız açıkça ortaya çıkmaktadır.
Böyle küçük bir yerde, belli bir kod sistemiyle dizilmiş atomlarda, canlıların yapısına dair tüm bilgilerin saklı olması, herşeyin Yaratıcısı olan Allah'ın eşsiz gücünü ve sonsuz aklını göstermektedir.

pankreas-12 parmak bağırsağı dayananışması



Mideden sindirilerek bağırsaklara gelen besin bulamacının içinde oldukça güçlü asitler bulunur. Bu asidik ortam onikiparmak bağırsağı için büyük bir tehlike oluşturur, çünkü bağırsağın mide gibi kendisini koruyabileceği özel bir tabakası yoktur.
O halde onikiparmak bağırsağı nasıl olup da asitlerden zarar görmemektedir?
Onikiparmak bağırsağına gelen besinlerin içindeki asit oranı tehlikeli bir noktaya ulaştığında, bağırsağın duvarındaki hücrelerden "sekretin" isimli bir hormon salgılanır. Sekretin hormonu kana karışarak pankreasa gelir ve pankreası uyarır. Pankreas ise onikiparmak bağırsağının karşı karşıya olduğu tehlikeyi gidermek için bikarbonat moleküllerini bu bölgeye gönderir. Bu moleküller sayesinde mide asidi etkisiz hale getirilir ve bağırsak korunmuş olur.
Peki bağırsak hücreleri ihtiyaçları olan "bikarbonat moleküllerinin" pankreasta bulunduğunu nasıl bilmektedirler?
Pankreas, onikiparmak bağırsağını tehdit eden asitleri etkisiz hale getirecek olan "bikarbonat molekülleri"nin oluşumunu sağlayan formülü nasıl bilmekte ve üretimini nasıl yapabilmektedir?
Pankreas bağırsaktan gelen tehlike mesajını nasıl algılayabilmektedir?
Akıl sahibi her insanın da takdir edeceği gibi hücrelerin düşünmesi, irade sahibi olması ve kararlar vermesi, başka bir organın özelliklerinden haberdar olması ve formüller üretebilmesi kesinlikle mümkün değildir.

BİR ANESTEZİ UZMANI GİBİ ÇALIŞAN BEYİN HÜCRELERİ


Kemikler, yoğun basınçla karşılaştıklarında, vücuttaki diğer kemiklere ve organlara zarar gelmemesi için ince kısımlarından kırılacak şekilde tasarlanmışlardır. Yoğun bir basınç ile karşı karşıya kalıp kırılan bir kemik içinse vücudun bir dizi önlem paketi vardır. Bu önlemlerden biri de kırılma esnasında, acıyı azaltmak için tasarlanmış endorfin salgısıdır.
Kırılma esnasında hırpalanan acı sinirleri, omurilik aracılığı ile beyne çok fazla sinyal yollar. Beyin hücreleri ise, ilk 10-15 dakika boyunca acı sinyallerini neredeyse sıfıra indiren morfin benzeri bir doğal anestezi maddesi olan endorfini salgılamaya başlar. Bu sayede yaralanan kişi, tehlike yerinden uzaklaşabilecek veya önlem alabilecek gücü kendinde bulabilir.
Şuursuz, bilgisiz, eli, gözü veya beyni olmayan hücreler, morfin etkisi olan endorfinin formülünü nereden öğrenmişlerdir? Endorfini ne zaman salgılamaları gerektiğini nasıl bilirler? Diğer zamanlarda salgılanmaması gerektiğine nasıl karar verirler?
Son derece ince bir plan üzerine inşa edilmiş insan vücudunda bu şekilde daha birçok şaşırtıcı ve mükemmel işlemler gerçekleşmektedir. Şuursuz hücrelere bu işlemleri gerçekleştirecek aklı veren ise yüce Allah'tır.

HÜCRELERİN HAREKET ETMESİNİ SAĞLAYAN TÜYCÜKLER



En yakınımızdaki, kendi bedenimizdeki mucizelere başka bir örnek olarak, tek görevleri hücreyi hareket ettirmek olan tüycüklerin yapısını verelim:
Bazı hücreler kirpiklere benzeyen tüycükler sayesinde hareket ederler. Örneğin solunum yollarındaki sabit hücrelerin her biri yüzer tane tüycüğe sahiptir. Tüycükler tıpkı gemi kürekçileri gibi aynı anda hareket ederek, hücrenin ilerlemesini sağlarlar
-Bir tüycük diklemesine kesildiğinde, bunun dokuz ayrı çubuk (mikroçip) şeklinde yapıdan oluştuğu görülür.
-Mikrotüp denen çubuklar birbirine geçmiş iki ayrı halkadan oluşurlar.
-Bu halkaların biri 13, diğeri 10 ayrı telden oluşur.
-Mikrotübüller tubulin adı verilen proteinlerden meydana gelirler.
-Mikrotübülün, "dynein" isimli bir proteine sahip dış kol ve iç kol denen iki uzantısı vardır. Dynein proteininin görevi hücreler arasında motor görevini yapmak ve mekanik bir güç oluşturmaktır.
-Tubulin proteinini oluşturan moleküller, adeta birer tuğla gibi dizilip, hücrede silindir şeklinde bir düzen meydana getirirler. Ancak tubulin moleküllerinin dizilimi tuğlalardan çok daha komplekstir.
-Tüycüklerin ortasında iki mikrotüp daha bulunur. Bunlar kendi başına bulunur ve on üç tubulin şeridinden oluşurlar.
-Her bir tubulinin üst tarafında on tane kısa çıkıntı, alt tarafında da on tane girinti vardır. Bu girinti ve çıkıntılar birbirinin içine geçebilecek şekilde uyumlu yaratılmıştır. Böylece çok sağlam bir yapı oluştururlar. Çok özel bir tasarıma sahip olan bu girinti ve çıkıntılardaki en ufak bir bozukluk hücrenin yapısına zarar verecektir. Bunlar tüycüklerdeki detayların çok kısa bir özetidir. Bu parçacıklar tek bir tüycüğe aittir ve tek hedefleri vücudunuzdaki trilyonlarca hücreden bir tanesini hareket ettirmektir. Bugüne kadar yaşamış olan ve halen yaşayan tüm insanların solunum hücrelerinin her birinde böyle kapsamlı bir sistem vardır. Üstelik bu kompleks ve birçok parçadan oluşan sistem, gözle dahi göremeyeceğimiz kadar küçük hücrenin içindeki bir tüycüğün daha da alt yapılarıdır.
Kısacası Yaratıcı bizim gözle göremeyeceğimiz kadar küçük bir yere, son derece sistemli ve kompleks bir mekanizma yerleştirmiştir. Tesadüflerin, bir hücreyi hareket ettirmeyi düşünüp, böyle bir sistemi kurmaları ve bu kadar küçük bir alana sığdırmaları kesinlikle imkansızdır.

SÜPER DENETLEYİCİLER: ENZİMLER


Canlıların bedenlerinde her saniye sayılamayacak kadar çok işlem gerçekleşir. Bu işlemler o kadar detaylıdır ki, her aşamalarında, bütün karmaşayı kontrol eden, düzeni sağlayan ve olayları hızlandıran "süper denetleyicilerin" müdahalesine gereksinim vardır. İşte bu süper denetleyiciler enzimlerdir.Her canlı hücrede, her biri kendi özel işini yapan, örneğin DNA kopyalanmasına yardımcı olan, besin maddelerini parçalayan, besinlerden enerji üreten, basit moleküllerden zincir yapılmasını sağlayan ve bunlar gibi sayısız işler gören binlerce denetleyici vardır.
Bu denetleyiciler enzimlerdir. Enzimler canlı bedenlerindeki düzenden sorumludurlar.
Enzimler hücre içinde mitokondrilerde üretilir. Büyük bölümleri proteinlerden oluşur, geri kalanları ise vitamin ve vitamin benzeri maddelerdir. Eğer bu enzimler olmasaydı, en basitinden en karmaşığına kadar hemen hiçbir fonksiyonunuz çalışmaz ya da neredeyse duracak kadar yavaşlardı. Sonuç her iki halde de değişmez ve ölüm olurdu. Nefes alamaz, bir şey yiyemez, sindiremez, göremez, konuşamaz kısacası yaşayamazdık.Enzimlerin en önemli görevleri vücuttaki birtakım kimyasal reaksiyonları başlatıp durdurmak ve onları hızlandırmaktır. Vücuttaki hücreler görevlerini yerine getirirken, içerdikleri kimyasalların reaksiyona girmeleri gerekir. Kimyasal reaksiyonların başlaması içinse yüksek derecede ısı gereklidir. Bu yüksek ısı ise canlı hücrelerin hayatları için tehlikeli bir durumdur; hücrelerin ölümüne neden olur. İşte bu sorunu çözenler enzimlerdir.
Yüksek ısıya gerek kalmadan, enzimler kimyasal reaksiyonları başlatır veya hızlandırırlar, ancak kendileri reaksiyona girmezler. Örneğin nefes alıp verirken karbondioksitin kanımızdan temizlenmesinde görev alan bir enzim sayesinde boğulmadan yaşamımıza devam edebiliriz. Çünkü "anhidraz" adlı bir enzim karbondioksitin temizlenme işleminin hızını 10 milyon kez daha artırır. Bu hızla enzimler bir dakikada 36 milyon molekülü değişikliğe uğratma imkanına sahiptirler.
27

ENZİMLER VÜCUDUMUZDA OLUP BİTENLERİ NEREDEN BİLİRLER?
Enzimler hem hayati olan reaksiyonların en hızlı şekilde gerçekleşmesini sağlar hem de vücut enerjisini en tasarruflu şekilde kullanırlar. Eğer insan vücudunu bir fabrika, içinde çalışan enzimleri de fabrikadaki üretim araçları gibi düşünürsek, böyle bir fabrikaya enerji kaynağı dayanmaz. Çünkü 2000 farklı çeşidi olan, trilyonlarca makinenin kusursuzca böyle bir hızda çalışması için gereken enerji çok yüksektir. Kaldı ki hücre içindeki basit bir reaksiyonu laboratuvar ortamında gerçekleştirmek için oldukça fazla miktarda ısı ve enerji kullanılması gerekmektedir.
Oysa hücrelerde sessizce çalışan enzimler vücudun ısısıyla ve besinlerden aldıkları enerjiyle bütün görevlerini eksiksizce yerine getirirler. Sadece bu özellikleri bile, enzimlerin vücutta meydana gelen her olayı en kusursuz ve en kullanışlı hale getirmek için tasarlanmış yetenekli elemanlar olduklarını görmek için yeterlidir. Şu anda siz bu kitabı okurken de birçok enzim vücudunuzun her bir köşesinde meydana gelen reaksiyonları kontrol etmekte ve onları hücrelerinizin yaşamını sağlayacak hıza getirmektedirler. İnsan, vücudunda daha neler olup bittiğini dahi bilmezken, enzimler, hem bunlardan haberdardırlar hem de tüm işlemlere son derece önemli ve yerinde müdahalelerde bulunurlar. Ayrıca her bir enzim vücuttaki belirli kimyasal reaksiyonları hızlandırır. Hiçbir enzim bir diğer enzimin görevini yapmaz, kendi görevini şaşırmaz. Çünkü her bir enzim kendi görevi için özel olarak imal edilmiştir.
Örneğin enzimlerin büyük bir bölümü nötr durumdaki sulu ortamlarda etkin olabilirken, midede besinleri sindirmekle görevli olan enzimler ancak asitli ortamda etkin olabilmektedirler.

ENZİMLER NEDEN VÜCUTTAKİ TÜM REAKSİYONLARI DEĞİL DE BELİRLİ REAKSİYONLARI BAŞLATIRLAR?
Enzimlerin şekilleri, üzerinde etkili oldukları madde ile tam uyumludur. Enzim ve birleşerek etkileyeceği madde, üç boyutlu karmaşık bir geometride, anahtar ve kilit gibi birbirlerine kenetlenirler. Vücut içinde enzimlerin kendilerine uyan maddeyi bulmaları ve giderek birleşmeleri çok şuurlu bir harekettir. Üstelik enzimler vücudun her köşesinde bir yer tutmuş ve kendilerine uygun olan maddeleri bekleyen avcılara benzemektedirler. Hepsi kendi tasarımına ve özelliklerine uygun, en doğru yerde bulunur. Zarar görecekleri veya etkilerini yitirecekleri ortamlardan ise uzak dururlar. Tüm reaksiyonları başlatma veya hızlandırma gibi bir sorumluluğu almaları ise üzerinde düşünülmesi gereken ayrı bir konudur.
Enzimler, eğer kendilerini durduran bir etken olmazsa, vücuttaki tüm reaksiyonları sürekli olarak başlatıp hızlandıracaklardır. Bu da, örneğin belli bir proteinin gereğinden fazla üretilmesine veya hücredeki bazı dengelerin bozulmasına neden olacaktır. Enzimin faaliyetlerini düzenleyen ise hücredir. Hücre enzimin durması gerektiğine karar verdiğinde, olağanüstü bir şuur ve planlama ile enzimi "oyalar". Bunun için, enzimin normalde birleştiği maddeye benzer bir madde gönderir ve enzim bu madde ile birleşir. Dolayısıyla bu "taklit" madde, enzimi bir süre oyalayarak, gereksiz faaliyette bulunmasını engeller. Ancak bu taklit maddenin enzimi yakalamak için gerçek maddelerle rekabet etmesi gerekir. Bu nedenle enzimin bu şekilde engellenmesine "kompetitif inhibitor" (rekabetçi engelleyici) denilmektedir. Ve enzimin neden olduğu reaksiyonun sonucunda oluşan ürün belli bir seviyenin altına inene kadar enzimin faaliyetleri bu oyalama metoduyla durdurulmuş olur.
Yukarıda anlatılanlar elbette ki, üzerinden bir kere okunup geçilecek olaylar değildir. Herşeyden önce şunu hatırlatmakta fayda vardır; yukarıda anlatılan hesapları yapan, kararları alan, planları uygulamaya koyanlar eğitimli, bilinçli, sorumluluk sahibi insanlar değil; cansız atomların birleşmelerinden oluşmuş proteinler, yağlar, karbonhidratlar, vitaminlerdir. Hücre stok kontrolü yapar gibi, ürettiği maddenin miktarını tespit etmekte, üretime bir süre ara verilmesi gerektiğine karar verdiğinde ise, üretimi durdurmak için son derece zekice bir plan uygulamaktadır.
Hücrenin enzimi oyalayacak olan taklit maddeyi üretmesi ve onu tam gerektiği zamanda göndermesi de çok şuurlu bir harekettir. Çünkü bu taklit maddeler hep ortada olsalardı, acil üretim gerektiğinde enzimleri oyalayarak üretimi engelleyeceklerdi. Ancak hücreler her zaman doğru zamanlama yaparlar. Bu kadar organize, zekice ve bilgi gerektiren davranışların art arda, gözle görülmeyecek kadar küçük moleküller tarafından başarılması Allah'ın yaratışındaki üstünlüğün göstergelerindendir.

17 Ocak 2010 Pazar

Laysan Albatroslarının Sıradışı İş Birliği


Hawaaii’nin Oahu Adası’nda yaşayan Laysan albatrosları, erkek albatrosların sayısı azalınca soylarının devamı için sıradışı bir çözüm buldular. Hayvanlar aleminde oldukça nadir olarak rastlanan ve “ortak yetiştirme” olarak adlandırılan bu uygulama, albatroslar arasında mükemmel bir iş birliği yaşandığını gözler önüne serdi. Normal şartlarda, dişi albatros her yıl bir defa tek bir yumurtayı yuvaya bırakır ve eşler nöbetleşerek kuluçkaya yatar. Fakat son yıllarda erkek albatrosların sayısının azalması üzerine dişi albatroslar, kuluçka ve yavruların bakımı için kendilerine dişi birer yardımcı buldular. Çünkü albatroslarda yavruların gelişmesi diğer türlere göre oldukça uzun bir zaman gerektiyor. Bu nedenle kuluçka ve yavru bakımında yardımlaşan dişiler yıllarca birlikte kalıyor ve böylece her iki dişinin de üreme imkanı oluyor. Hawaaii Üniversitesi’nden Lindsay Young’un yaptığı araştırmaya göre, adadaki yuvaların yüzde 31’inde artık yavrulara dişi çiftler bakıyor. Canlıların, bilim adamlarının zaman içinde araştırdıkça henüz keşfettikleri bu özellikleri aslında, üstün Yaratıcımız’ın şefkat ve ilhamıyla milyonlarca yıldır süregelmekte, evrim yalanını savunanları ise, üstün yaratışının açık bir gerçek olduğunu görmekten kaynaklanan derin bir sessizliğe sevk etmektedir.

9 Ocak 2010 Cumartesi

Yüzen Hücrelerden Oluşan Bir Doku: Kan


Bütün canlılarda hücrelere besin taşınması, atık maddelerin vücuttan uzaklaştırılması ve solunum gazlarının hücrelere ulaştırılması gibi ihtiyaçlar, dolaşım sistemiyle taşınan maddeler aracılığı ile karşılanır. İnsanlarda bu işlemlerin tümünü gerçekleştiren sıvı ise "kan"dır. Ayak parmağınızın ucundaki bir deri hücresinden, gözünüzde bulunan özel bir dokunun hücresine kadar vücudunuzda bulunan bütün hücreler kana muhtaçtırlar. Kan yapı olarak vücudun diğer sıvılarından farklıdır. Kan aslında bir anlamda dokudur; tıpkı kemik veya kas dokusu gibi. Ancak bir dokuyu oluşturan hücreler birbirlerine sıkı sıkıya tutunurken, kan dokusunu oluşturan hücreler birbirlerine yapışık olmayan hücrelerden oluşmaktadır. Alyuvar, akyuvar ve trombosit ismi verilen kan hücreleri, kan plazması içinde serbestçe dağılmış olarak dolaşırlar. Kan %55 plazmadan, %45 de kan hücrelerinden oluşur. Plazmanın %90-%92'si su, geri kalan bölümü ise plazma proteinleri, aminoasitler, karbonhidratlar, yağlar, hormonlar, üre, ürik asit, laktik asit, enzimler, alkol, antikorlar, sodyum, potasyum, iyot, demir, bikarbonat gibi elementlerden oluşur. İşte kan hücreleri bu karmaşık sıvının içinde yüzerler. Vücut içinde birçok görevi olan bu sıvı Yaratıcının yaratma sanatının bir delilidir.

Hayati Bir Doku: Deri


İnsan vücudu, kendisini saran mükemmel bir zırh ile kuşatılmıştır. Bu zırh yumuşak dokusundan beklenmeyecek kadar sağlam ve koruyucu, rahatça hareket etmemizi sağlayacak kadar da esnektir.

Deri, yokluğu halinde insanın yaşamını sürdürmesini engelleyecek kadar hayati bir dokudur. Olmaması bir yana derinin bir bölümünün tahrip olması bile ciddi bir su kaybına sebep olacağından insanın hayatını yitirmesine yol açar.

Vücut Isısının Bozulmasını Engeller

Birçok tabakadan oluşan, içinde algılayıcı sinirler, dolaşım kanalları, havalandırma sistemleri, ısı ve nem ayarlayıcıları bulunan deri, kompleks bir organdır. Derinin en önemli özelliği, sağlamlık ve esneklik gibi iki ayrı niteliği birden taşımasıdır. Derinin bu özellikleri insanlara pek çok yarar getirir. Gerektiğinde serinlememizi veya ısınmamızı sağlayan deri bu işlemleri bizim bilmediğimiz başka yöntemler kullanarak da gerçekleştirmektedir. Örneğin; vücut ısısı arttığında alt derideki kılcal damarlar genişleyerek gereğinden fazla sıcak olan kanın vücudun nispeten daha serin olan dış kısmından geçmesini ve ısının dışarıya verilmesini sağlar. Böylece vücudun iç ısısında kısmi bir düşüş olur. Soğuk havalarda ise ter bezlerinin çalışması yavaşlar ve kan damarları daralır. Böylece deri altında kan dolaşımı azaltılır. Bu sayede vücut ısısının dışarı kaçması mümkün olduğunca engellenir. Üst derinin her iki tarafı da su geçirmez bir yapıya sahiptir. Dışarıdan vücuda ya da vücuttan dışarı su geçmez. Derinin bu özelliği sayesinde vücudumuza dışarıdan girebilecek nem nedeniyle vücuttaki su miktarının gerektiğinden fazla artması ya da su kaybıyla vücut dengesinin bozulması engellenmiş olur.

Olumsuz Etkilere Dayanıklıdır

Deri ilk bakışta dayanaksız görünse de vücuda dışarıdan gelebilecek yırtılma, aşınma vs gibi olumsuz etkilere karşı oldukça dayanıklıdır. Daha sert ve kalın olması halinde koruyucu özelliğinin artacağını düşünmek ise yanıltıcıdır. Çünkü daha kalın ve sert bir deri, hareket yeteneğini çok büyük ölçüde kısıtlayacaktır. Üst derinin en altında yaşayan bir hücre 'melanin' adı verilen bir renk maddesi üretir. Deriye rengini veren bu madde, deriye güneşten gelen ultraviyole ışınlarının zararlı etkilerinden korur. Deri yaşadığımız ortamın şartlarını sürekli olarak yoklayan, vücudumuzun en geniş organıdır. Birçok organın yapay olarak üretilmesi ve insan hayatının devamının sağlanması mümkündür ancak deri olmadan bir insanın yaşaması mümkün değildir. Çünkü insan vücudunun en hayati sıvısı olan suyun, deri olmadan vücutta tutulması mümkün değildir. Çok düşük miktarlardaki su kaybı dahi insanın ölmesine neden olabilmektedir. Nitekim ileri derecedeki yanık vakalarının ölümle sonuçlanmasının nedeni de derinin önemli bir kısmının yok olması sonucunda vücudun su kaybetmesidir.

Görüntüyü Netleştiren Saydam Doku: Kornea


Gözün penceresi olan ve canlı bir et parçasından oluşan kornea, hangi özellikleri sayesinde cam gibi şeffaf olmaktadır?
Dünyaya liflerden ve sinirlerden oluşan saydam bir et parçasının arkasından baktığımız halde nasıl olup da herşeyi bu kadar net görürüz?
Kornea acil durumlarda hangi stratejilere başvurur?
Yapısında kan damarları bulunmayan bu canlı organel, nereden beslenir*

Kornea Neden Tüm Gözü Kaplamaz?
Göz üzerindeki sert ve dayanıklı beyaz dokunun yapısı, gözün önündeki çıkıntılı bölüme gelince değişir. Bu çıkıntılı bölüm kornea denilen, ışığı geçiren saydam bir tabakadan oluşur. Birbirlerinin devamı oldukları halde göz akı ve korneanın yapıları tamamen farklıdır ve kesin bir sınırla ayrılırlar. Göz akı, bir binanın dış cephesini kaplayan sert granit kaplamaya, gözün önündeki şeffaf kornea da bu binanın penceresine benzetilebilir. Eğer korneayı oluşturan ince doku gözün bütününü kaplasaydı, göz dış etkilere karşı son derece savunmasız ve güçsüz kalacak, her an kör kalma tehlikesi söz konusu olacaktı. Eğer göz akını oluşturan sert ve mat doku gözün önündeki saydam tabaka üzerinde devam etseydi, bu sefer de ışık merceğe ulaşamayacak ve görüntü oluşamayacaktı. Vücut içinde çok özel bir işleve sahip olan gözler, 40 temel parçadan oluşur. En gelişmiş kameradan çok daha kusursuz bir görüntü ve netlik sağlayan insan gözü, organellerinin olağanüstü işlevleri sayesinde harikulade yapısını her an korur. Gözün penceresi konumunda olan kornea da, ışığı geçiren saydam yapısı ile görme mucizesinde büyük bir öneme sahiptir.


Nesneleri Net Görmede Korneanın Etkisi


Kornea denen saydam bölüm ışık ışınlarını kırarak, bu ışınların mercekten geçip, gözün arkasındaki retinaya ulaşmalarını sağlar. Odaklama için gerekli olan ışığın kırılımının üçte ikisi bu sayede sağlanır. Kırılmanın geri kalan üçte birlik bölümünü ise, gözün iç kısmında bulunan mercek gerçekleştirir. Nesneleri net görebilmek için korneanın her zaman saydam ve çok duyarlı olması gerekir. Çünkü saydamlığını yitirdiği anda göze yeterince ışık giremediği için görüntü bulanıklaşır. Gözün dışarıya açık olan bölümündeki bu katmanın çok duyarlı olması da göze kaçan küçük bir toz parçasının bile hemen fark edilip temizlenmesini sağlar. Korneanın bu derece saydam olmasının sebebi, kendisini oluşturan liflerin hassas bir düzen içerisinde sıralanmalarıdır. Bu sıralanmaya yapılacak herhangi bir müdahale korneanın kararmasına ve görüntünün bulanıklaşmasına sebep olur. Fotoğraf makinesi için objektif ne kadar önemliyse göz için de kornea aynı önemi taşır. Aynı zamanda vücuttaki en hassas yapılardan biri olan kornea o kadar şeffaftır ki, ancak çok yakından dikkatle bakıldığında görülebilir.


Korneanın Acil Durum Stratejileri


Kornea yüzeyi gözle görülmeyen sinirlerden ve lenf damarlarından oluşur. Ancak bunlar görüntüyü bozmazlar. Bu sinirler en hafif dokunuşa veya dokunma tehlikesine karşı harekete geçip, reflekslerle göz kapağı gibi koruyucu mekanizmaları yardıma çağırırlar. Göz kapağı, kornea üstüne yapışan herhangi bir şeyi derhal dışarı atar ve göz kapağının kapanması korneayı diğer muhtemel tehlikelerden korur. Kornea bir anlamda arkasında gözün çalıştığı bir penceredir. Rüzgarın savurduğu bir kum tanesi veya talaş parçası korneayı çizebilir. Kornea bu tür sebeplerle çizilirse ya da hasara uğrarsa kendi kendini tamir edebilir. Göz hızlı bir şekilde kendini yenileyebilir. Korneayı oluşturan hücreler gözyaşındaki glikoz ve havadaki oksijen ile beslenirler. Burada kan damarları bulunmaz. Gece ise uykuda, göz kapaklarının altındaki zengin kılcal damarlardan beslenirler.


Kornea Evrim Teorisini Çürütmek İçin Tek Başına Yeterlidir


Gözümüzün görme fonksiyonuna sahip olabilmesi için, gözde bulunan yaklaşık olarak 40 ayrı küçük organelin hepsinin aynı anda ve bir arada var olmaları gerekir. Diğer taraftan, görebilmek için, bu organallerden yalnızca biri olan korneanın da sahip olduğu özelliklerle yine bir anda ve eksiksiz olarak gözde bulunması şarttır. Kornea ancak gözün tam orta yerinde, tamamen şeffaf, her uyarıya son derece duyarlı yapısıyla ve bu yazıda konu ettiğimiz diğer üstün özellikleriyle “bir anda” ve “eksiksiz bir biçimde” var olursa görevini yapabilecek, dolayısıyla görme olayı mümkün olacaktır. Sonuç olarak gözün içindeki küçük organellerden yalnızca biri olan kornea bile evrim teorisini tek başına çürütmeye yetecek kadar mükemmel bir organdır ve Yaratıcının muhteşem yaratma sanatının delillerinden biridir. Gözün bu karmaşık yapısı karşısında evrim teorisi tamamen çökmüştür. Darwin de bu gerçek karşısında büyük bir sıkıntı çekmiş ve hatta bu nedenle bir mektubunda "Gözleri düşünmek çoğu zaman beni teorimden soğuttu." itirafında bulunmuştur. (Norman Macbeth, Darwin Retried: An Appeal to Reason. Boston: Gambit, 1971, s. 101)


Kornea Hakkında...


Korneanın netliği tam olarak sağlanmasaydı hiçbir zaman düzgün bir görüntü görülemeyecek, dünya elbette şu anda olduğundan çok farklı görünecek, herşey puslu bir perde arkasından izlenecekti. Bu yüzden dış dünyayı ancak bu incecik canlı tabakanın elverdiği netlikte izleyebiliriz. Kornea, ışığın yaklaşık yüzde doksan sekizini geçirir ki bu, pencere camının şeffaflığına yakındır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta; korneanın canlı bir doku olduğu, düzenli olarak beslendiği ve hücrelerden oluştuğudur. Kornea vücuttan tamamen izole edilmiştir. Bu özelliği korneanın bir vücuttan diğerine naklini kolaylaştırır. Çünkü nakledilen doku, vücut tarafından reddedilmez ve kanda üreyen antikorlar buraya ulaşamazlar. Korneayı oluşturan liflerin ve sinirlerin son derece hassas olmaları üstün bir yaratılışın delilidir. Çok narin olan bu tabaka, kompleks bir erken uyarı sistemi sayesinde, en ufak bir tehlikede dahi göz kapağını savunmaya çağırır.

Kıkırdak Dokudaki Muhteşem Tasarım

Her insanın vücudunda;
Soluk borusunun her an açık kalmasını sağlayan,
İskeletin en önemli bölümü olan omurgaya hareket kazandıran,
Eklemlerin sorunsuz çalışmasını sağlayan,
Burnuna, kulağına esneklik ve şekil veren bir dokubulunur. Bu doku, kıkırdaktır. Kıkırdak, vücuttaki pek çok organın fonksiyonlarını yerine getirebilmesi için çok özel bir yapıya sahip olarak yaratılmıştır. İnsan bedenini, kemiklerden oluşan iskelet sistemi şekillendirir ve insan tüm hareketlerini bu güçlü iskelet sistemi sayesinde gerçekleştirir. Kemikler vücut içinde bulundukları yere göre farklı özelliklere sahiptirler. Örneğin omurgamızı meydana getiren omurlar, bacaklarımızdaki, kollarımızdaki, el ve ayaklarımızdaki kemikler farklı özelliklere sahiptirler. Sürekli hareket halindeki bu kemiklerin biraraya gelmeleri ve fonksiyonlarını yerine getirebilmeleri için bazı desteklere ihtiyaçları vardır. Kıkırdak dokular ise bu desteklerin en hayati olanıdır. Bu kemiksi dokular vücudumuzun birçok bölgesinde bulunur ve biz hiç farkında değilken yaşantımızı devam ettirmemizi sağlayan çok önemli işlevleri yerine getirirler.
Kıkırdak Dokular Nasıl Bir Yapıya Sahiptir?

Kıkırdak bir bağlayıcı doku çeşididir. Göğüs kafesi, kulak, burun, gırtlak ve omurilik diskleri gibi birleşme noktalarında bulunur. Kıkırdakta kan damarı bulunmaz ve besinler matriks kanalıyla dağıtılır. Kıkırdak doku, jel kıvamındaki "matriks" adlı maddenin yanı sıra liflerden ve hücrelerden oluşur.

Matriks:

Bir tür şok emici olan matriks, kıkırdak hücreleri tarafından üretilen proteinlerden oluşmuştur. En bilinen türü kondroitin sülfat ve keretan sülfattır. Sağlıklı bir kıkırdak, kemiklerin birleşim yerlerinde bir yastık işlevi görüp buralarda hareketi kolaylaştırır. Matriksteki proteinlerin kaybı, kıkırdak dokuların ölmesi ya da tahrip olması yastık işlevinin azalmasına ve hareket kabiliyetinin bozulmasına sebep olur.

Hücreler:

Kıkırdakta bulunan tek hücre kondrositlerdir. Bunlar matriksin bakımından ve sıvı salgılamasından sorumludur.

Lifler:

Kıkırdak, bağlayıcı dokuların ana proteini olan kolajenden ve esnek liflerden oluşur.

Kıkırdak Çeşitleri Nelerdir?

Başlıca kıkırdak çeşitleri; hiyalin, elastik ve fibro kıkırdaklardır. Hiyalin Kıkırdak İnsan vücudunda en fazla bulunan kıkırdak tipidir.

Hiyalin kıkırdak,

kemik birleşim noktalarında, ayrıca büyümelerine yardım etmek amacıyla kemiklerin içinde bulunur.

Elastik Kıkırdak

Sarı kıkırdak olarak da bilinen elastik kıkırdak kulak kepçesinde, gırtlaktaki işitsel kanallar ve östaki kanalları gibi tüplerde bulunur. Elastik kıkırdak, bu tüplerin sürekli olarak açık durmalarını sağlar.

Fibro Kıkırdak

Beyaz kıkırdak olarak da bilinen fibro kıkırdak, ciddi destek veya gerilme direnci isteyen omurilik disklerinde, tendonların ve kemiklerin birleşme noktalarında bulunur ve hiyalin kıkırdağa göre daha fazla kolajen içerir.

Kıkırdak Doku Nefes Borusunu Nasıl Açık Tutar?

Nefes borusu yaklaşık 30 cm uzunluğundadır ve gırtlaktan akciğerlere kadar uzanır. Bu boru her an açık olmak zorundadır. Aksi takdirde nefes almak imkansızlaşır ve insan boğularak ölür. Boyun gibi hareketli bir bölgeden geçen ve etten yapılmış olan bu esnek borunun sürekli açık kalmasını sağlamak oldukça zordur. Ancak nefes borusu C harfi şeklinde kıkırdaklarla desteklenmiştir. İşte bu kıkırdaklar nefes borusunun kapanmasını engeller. Peki nasıl olmuş da nefes borusunun olduğu yerde tam da gerektiği şekilde bir kıkırdak doku oluşmuştur? Nefes borusunun sürekli açık kalabilmesinin ancak kıkırdak dokuyla sağlanabileceğini ve bu dokuların C harfi şeklinde nefes borusuna yerleştirilmesi gerektiğini kim bilebilir? Bu mükemmel yaratılış nasıl meydana gelmiştir?

33 Kemikten Oluşan Omurga, Sürtünme ve Aşınmaya Karşı Nasıl Korunur?

Yeryüzündeki en büyük mühendislik harikalarından biri olan omurganın en önemli görevi yük taşımaktır. Vücudun üst kısmının ağırlığı omurganın üzerine biner. Her adım atışımızda omurgamızı meydana getiren omurlar birbiri üstünde hareket eder. Ağırlık altında hareket eden bu 33 kemiğin arasında normal olarak bir sürtünme meydana gelir. Bu da kemiklerin aşınmasına neden olur. Beyin ile tüm organlar arasındaki koordinasyonu sağlamakta olan hayati bir iletişim ağını koruyan ve aynı zamanda da oldukça büyük bir yük taşıyan omurga için böyle bir aşınma son derece önemli problemler doğurur. Peki üst üste binmiş 33 kemikten oluşan bu yapı, sürtünme ve aşınmaya karşı nasıl korunmaktadır? Omurgayı incelediğimizde bu korumanın olabilecek en mükemmel şekilde sağlandığını görürüz. Bunun için omurgayı oluşturan kemiklerin arasına otomobil tekerleklerindeki yükü emen amortisörler gibi çalışan kıkırdak yapılı birer disk yerleştirilmiştir. Eğer bu kıkırdak dokular omurgamızda bulunmasalardı omurgamızı oluşturan 33 kemik birbiri üzerinde rahat hareket edemeyecek ve oluşacak aşınma sebebiyle kısa sürede omurga işlevini kaybedecek, yaşamamız imkansız hale gelecekti.

Bebeklerdeki Kıkırdaksı Yapının Muhteşemi

Yetişkin bir insanda oldukça sert ve güçlü bir yapıya sahip olan kafatası, yeni doğmuş bir bebekte bambaşka bir yapıya sahip olarak karşımıza çıkmaktadır. Anne karnından çıkan bir bebeğin kafatası henüz kemik halini almamış, kıkırdaksı yumuşak bir yapıdadır. Ayrıca kafatasını oluşturan 8 kemik birbirlerine tam oturmamıştır. Kemiklerin birleşim noktaları arasında boşluklar vardır. İlk bakışta bebeğin sağlığı açısından bir dezavantaj gibi görünen bu durum, aslında doğum sırasında bebeğin hayatını kurtaran önemli bir özelliktir. Eğer kafatası tam olarak kemiksi sert bir yapıda olsaydı ve arada bu boşluklar olmasaydı, doğum anında bebeğin kafasının ezilme ihtimali çok yüksek olacaktı. Fakat bebeklerde kafatası kemiklerini oluşturan kıkırdaksı yumuşak yapıdan dolayı kemikler bir esneklik kazanarak, eğilme ve bükülme özelliği taşımaktadırlar.