25 Kasım 2009 Çarşamba

Kameraların İris Tabakasıyla Yarışamadığını Biliyor muydunuz?


Gözdeki 40 temel parçadan biri olan kornea, gözün en önünde yer alan saydam bir tabakadır. Işığı pencere camı kadar kusursuz bir biçimde geçirir. Vücudun başka hiçbir yerinde benzeri olmayan bu dokunun, tam gereken yerde, yani gözün önünde bulunması, Yaratıcının üstün yaratışını gösteren örneklerden biridir. Gözdeki önemli parçalardan biri de bu organımıza rengini veren iris tabakasıdır. Korneanın hemen arkasında yer alan iris, ortasındaki boşluğu genişletip daraltarak göze giren ışık miktarını ayarlar. Parlak bir ışıkta hemen daralır. Karanlıkta ise göze daha çok ışık alabilmek için genişler. Benzer bir ışık ayar sistemi kameralarda da kullanılır. Ama hiçbir kamera iris kadar başarılı değildir.

Kandaki Oksijen Avcısı Hemoglobinler


Vücudumuzdaki tüm hücrelere oksijen, kandaki alyuvar hücreleri tarafından taşınır. Oksijen molekülleri kanda serbest olarak dolaşırken alyuvarların oksijen moleküllerini yakalamaları gerekir. Bu yakalama işlemini yapan ise, alyuvarlardaki hemoglobin isimli proteindir. Alyuvarlar, hemoglobini taşıyabilmek için özel olarak tasarlanmışlardır. Hemoglobin alyuvarın % 90'ını kaplar ve bu nedenle alyuvarın içinden diğer hücrelerde bulunan çekirdek, mitokondri gibi organeller çıkarılmıştır. Bu sayede hemoglobin yeteri kadar oksijen yakalayabilir. Hemoglobin, oksijeni kesinlikle temas etmeden bir maşa ile tutar gibi tutar. Çünkü, oksijen atomları ile temas ettiği takdirde hemoglobin yanar ve bunun sonucunda oksijen diğer hücrelere iletilemez. Ancak, normal şartlarda hemoglobinin, oksijeni hiç dokunmadan tutabileceği şekilde yaratılmış özel sistemi sayesinde böyle bir tehlike yaşanmaz.
Hemoglobinin oksijen yakalama mekanizması şöyledir: Hemoglobin dört farklı proteinin birleşmesinden meydana gelir ve bu dört proteinde demir atomu taşıyan özel bölümler vardır. Demir atomlarını taşıyan bölümler "heme grupları" olarak adlandırılır. İşte bu "heme grupları" hemoglobinde oksijeni tutmak için özel bir yeteneğe sahip olan özel maşalardır. "Heme grupları"nın oksijene temas etmeden bir maşa gibi oksijeni yakalayıp, ihtiyaç duyulan dokulara götürüp bırakması için molekülün içinde özel katlanmalar ve açılar mevcuttur. Bu özel bağlanma sırasında bu açılar belirli bir oranda değişir. Görüldüğü gibi, vücudun gözle görülemeyecek kadar küçük parçalarının arasında dahi son derece kusursuz ve mükemmel bir uyum vardır. Böyle bir uyumun tesadüfen gerçekleşmesi kesinlikle imkansızdır. Alyuvarların içini boşaltarak hemoglobine yer açan, hemoglobinin yanmaması için oksijenleri yakalayabileceği yanmaz maşaları tasarlayan, hemoglobini oksijen avcısı olacak şekilde programlayan, hemoglobinin oksijen moleküllerini tanımasını ve diğerlerinden ayırdetmesini sağlayan, yakaladığı oksijen moleküllerini nerelere teslim etmesi gerektiğini hemoglobine gösteren, tesadüfler değildir. Bunu iddia etmek, aklın ve mantığın dışına çıkmaktır. Tüm bunlar Yaratıcının varlığının, yaratışının, sonsuz ilminin ve aklının birer göstergesidir.

Kalp aslında iki farklı pompadan oluşan bileşik bir pompadır. Bu pompalardan sol tarafta bulunan pompa, temiz kanı vücuttaki organ ve dokulara, sağ tarafta bulunan pompa ise kirli kanı akciğerlere doğru pompalar. Bu pompalar da altlı-üstlü iki farklı pompadan oluşur. Pompalardan küçük olanına kulakçık, büyük olanına karıncık adı verilir. Örneğin temiz kan kalbin sol tarafına ulaştığında önce üst tarafta bulunan küçük pompaya dolar. Kan buradan alt tarafta bulunan büyük pompaya pompalanır. Büyük pompa da kanı vücut organlarına gönderir. Aynı işlem kalbin sağ tarafında bulunan pompalarda da yapılır.

Tek Yönlü Emniyet Sübapları

Bu pompalar arasında kanın akış yönüne doğru açılan tek taraflı kapakçıklar vardır. Küçük pompa kasıldığında bu kapakçıklar açılır ve kan büyük pompanın içine dolar. Büyük pompa kasıldığında aradaki kapaklar kapanır ve kanın, geldiği yöne doğru akması engellenmiş olur. Benzer kapaklar büyük pompanın tahliye bölümünde de vardır. Büyük pompa kasıldığında bu kapaklar açılır ve kanın vücuda doğru akması sağlanır. Ancak pompalama işlemi durduğu anda kapaklar kapanır ve pompalanan kanın kalbe geri dönmesi engellenir. Bu basit ama son derece güvenli bir tedbirdir. Benzer sistemler günümüzde modern pompalarda kullanılmaktadır. Yalnızca bu kapakçıkların varlığı bile, kalbin özel olarak tasarlanmış olduğunun bir delilidir. Kalbin sahip olduğu yüzlerce mucizevi özellik bir kenara bırakılıp yalnızca bu kapakçıkların nasıl var olduğu düşünüldüğünde bile karşımıza Yaratıcının kusursuz yaratışı çıkar. Hiçbir tesadüf, değil kusursuz bir yapıya sahip olan kalbi, bu kalbin odacıkları arasında bulunan bir kapakçığı bile var edemez. İnsan vücudundaki bu mükemmel makinanın her detayı Yaratıcının kudretinin, gücünün ve varlığının bir delilidir.

Kalbimizde Kesintisiz Çalışan "Jeneratör"

Bir kalbi vücudun dışına çıkarırsanız kendi enerjisini tüketene kadar hiçbir bağlantısı olmadan çalışmaya devam eder. Kalbe gerekli kan sağlandığında, tüm sinir bağlantılarından ayrılsa bile saatlerce atar. Burada ilginç bir durum söz konusudur. Bu ilginç durumu incelemek için kasların nasıl çalıştığını kısaca hatırlayalım; bir kasın çalışması için beyinden ya da omurilikten gelecek bir emre ihtiyaç vardır. Bu emir gerçekte sinir sistemi yoluyla iletilen bir elektrik sinyalidir. Kalbin yapısı tamamen kas dokusundan oluştuğu için, dakikada yaklaşık 70 kez atan kalbe dakikada 70 defa elektriksel uyarı yapılması gerekmektedir. Ancak biraz önce belirtildiği gibi, bütün sinirsel bağlantıları kesilen ve vücudun dışına çıkartılan bir kalp bir süre daha atmaya devam eder. Bu durum akla, "bu kasılma emirlerinin nereden geldiği" sorusunu getirecektir. Söz konusu durumu inceleyen bilim adamları çok şaşırtıcı bir durumla karşılaştılar. Kalbin içinde kendi elektriğini kendi üreten bir jeneratör bulunmaktaydı. İnsan vücudundaki et parçalarından bir tanesi olan kalpte bulunan ve yine etten yapılmış bir jeneratör... Bilindiği gibi jeneratör enerji kesintisi durumunda devreye girerek enerji üretimine devam eden ve makinaların zarar görmesini engelleyen bir alettir. İnsan vücudundaki en hayati organlardan bir tanesi olan kalp de herhangi bir enerji kesintisi karşısında zarar görmemesi için bu tür bir korumaya alınmıştır. Kalbin bir an durması vücutta son derece önemli hasarlara neden olabilir, hatta sonucu ölüm olabilir. Bu yüzden kalbi çalıştıracak elektrik sistemi kesintisiz bir şekilde işlemelidir. Bu elektrik sistemini inceleyen bilim adamları daha da hayranlık uyandıran gerçeklerle karşılaştılar. Kalp yalnızca mikro bir jeneratör değil, birbiri içine geçmiş birçok bağlantıya sahip, programlı ve sistemli bir elektronik devreler bütünü sayesinde çalışmaktaydı. Bu elektronik kontrol ve yönetim sistemi, böbreklerden beyne, atardamarlardan hormonal bezlere kadar birçok etkenle işbirliği içindeydi. Bilim adamlarının çok yakın bir dönemde keşfettiği kalpteki bu kusursuz tasarım milyonlarca yıldır kesintisiz bir şekilde işlemektedir. Hiç istisnasız şimdiye kadar yaşamış olan on milyarlarca insanın tamamında bu sistem mevcuttu. Şu anda dünya üzerinde yaşamakta olan milyarlarca insanın da kalbi aynı kusursuz sistemle çalışmaktadır. Bundan sonra yaşayacak insanlarda da var olacak bu sistem Yaratıcının mükemmel yaratışının örneklerinden birini oluşturmaktadır.

Kafeinin Olumsuz Etkileri

Çoğu insan tarafından zararları bilinmeyen kafeinin gerçekte vücutta ne tür tahribatlara yol açtığını biliyor musunuz? Kafein, öncelikle insan bedeninin en önemli kumanda bölgelerinden biri olan merkezi sinir sistemine etki etmektedir. Yani tüm olumsuz etkileri önce çok hassas özelliklere sahip sinir sisteminde meydana getirmektedir. Halk arasında duyarlılığı artırmak, baş ağrısını geçirmek gibi özellikleri olduğu iddia edilse de, bunların her insan için geçerli olmadığı anlaşılmıştır. Ayrıca modern tıbbın günümüzde ortaya koyduğu gibi; kafein, insan vücudunu olumsuz etkileyip kalıcı tahribata sebebiyet verecek derecede zararlı bir maddedir.
Kafeinin Vücuttaki Yıkıcı Etkileri Nelerdir?
Bir fincan kahve mideye ulaştıktan 15 dakika sonra kana karışır ve etkileri hissedilmeye başlar. Bu etkiler şöyle sıralanabilir:
*Beyne giden kan damarlarını daraltır: Damarların daralmasını beyin bir tehdit olarak algılar ve savunma tepkisi olarak uyanık kalınmasını sağlar.
*Stres hormonlarının yükselmesine neden olur. Bu şekilde kan basıncını ve nabız atışını hızlandırır, kan damarlarını daralttığından el ve ayaklarda soğumaya neden olur, mide asit seviyesini yükseltir. Bu durum, vücudun stres altında verdiği tepkilere yakındır.
*Adrenalin ve dopamin hormonlarının salgılanmasını artırır. Adrenalin uyanıklık ve aktifliğin artmasını, dopamin ise beyindeki keyif merkezlerinin uyarılmasını sağlayan hormondur. Bu şekilde vücudun enerji seviyesi artar, uyanık ve dinç olma, keyif ve rahatlık hislerinde kısa süreli artış olur.
Kafeinin Zararları
Uykusuzluk ve İnsomnia (uyuyamama) Gibi Rahatsızlıklara Yol Açabilir
Kafein maddesi, uyku düzenini bozar veya ani uyku bölünmeleri oluşturur. Özellikle yaşlılarda, uykusuzluk problemleri, endişe ve huzursuzluk artar.
Alerjisi Olanlarda Yan Etkiler Meydana Getirir
Bazı besinlere, boya maddelerine ve diğer herhangi bir maddeye alerjisi olan kişiler ile ilk defa kafein içeren ilaç kullanacak olanlar kafein kullanmadan önce mutlaka doktora danışmalıdırlar. Çünkü bu tip kişilerde istenmeyen yan etkiler ve tehlikeli sonuçlar olabilir. Heyecan, aşırı sinirsel tepkiler, endişe hali, dalgınlık, şaşkınlık, gözler kapalıyken bile ışık yansımaları oluşması gibi duyularda aşırı hassaslaşmalar, kulaklarda çınlamalar, kaslarda kasılmalar olabilir, kalp atışları hızlanır, düzensizleşir, deride kızarmalar ve vücutta ateş artışı görülebilir.
Hamileler Üzerindeki Tehlikeli Etkileri:
Kafein hamile kadınlarda kan dolaşımı yoluyla bebeğe geçer. Günde ortalama 150-300 mg kafein kullanan hamile bir kadının, normalden düşük kiloda bir bebek doğurma ihtimali iki kat artmaktadır. Ayrıca 300 miligram (yaklaşık 3 bardak) günlük kafein kullanımı, bebeğin kalp atışlarını etkiler ve düşüğe neden olabilir.
Doğum Sonrası Dönemde Bebeği Olumsuz Etkiler
Emzirme döneminde kana karışan kafein, anne sütü aracılığıyla bebeğe geçer. 600 mg' lık kafein kullanımı olan annelerin emzirdiği bebeklerde, uyku sorunları ve çeşitli rahatsızlıklar görülebilir.
Bazı İlaçlarla Birlikte Kullanımı Risklidir
Bazı ilaçlar kafeinin vücuttaki etkileşimini hızlandırabilir ve ters etkilere yol açabilir. Doğum kontrol hapları, kalp ritmini düzenleyici ilaçlar, ülsere ve alkolizme karşı kullanılan ilaçlar kafeine tepki gösterebilirler. Ayrıca kafein vücudun demir alışverişini de negatif etkiler, başka bir deyişle kansızlığa neden olur. Bu nedenle demir içeren hapları kullanan hastalar, kafein kullanımını sınırlamalıdırlar. Merkezi sinir sistemini düzenleyen ilaç kullanan kişiler de kafein kullanımını kesmelidirler.
Kafeinin Sebep Olduğu Rahatsızlıklar:
Peptik ülser
Düzensiz kalp atışı veya çarpıntı
Kalp rahatsızlıkları veya kalp krizi
Yüksek tansiyon
Karaciğer rahatsızlıkları
Panik atak, endişe ve psikolojik bozukluklar
Kemik yoğunluğunda azalma
Uzun süre kafein kullanan insanların vücutları, alınan doza bağışıklık gösterdiği için, ilerleyen zamanlarda kişi daha fazla kafein kullanmaya başlar. Aşırı kafein tüketenlerin bu dozu ani olarak kesmeleri isebaş ağrısı, yorgunluk, huzursuzluk, esneme ve rahatsız bir ruh haline yol açabilir. Bu etkiler, kafein kullanımı bırakıldıktan sonra 1 –2 hafta sürebilir.
Kafein Hangi Yiyecek ve İçecek Maddelerinde Bulunur?
Kafein doğal olarak kahve, çay ve çikolatada bulunur. Kola, bazı gazlı içecekler ve enerji veren içecekler de kafein içerir. Bazı ağrı kesiciler, kilo kontrol hapları, sinir sistemini uyarıcı haplar, alerji ilaçları, soğuk algınlığı tabletleri ve çeşitli reçeteli ilaçlarda da kafein bulunmaktadır. Kahve ile sigaranın beraber alınması sağlığa çok fazla zarar verir. Çünkü birlikte alınan kahve ve sigara, ayrı ayrı alınmasına oranla daha çabuk ve şiddetli bir bağımlılığa neden olur. Nikotin alımı bırakılarak kafeinli içeceklere devam edilirse, vücut kafeini nikotin gibi algılar. Bu nedenle sigarayı bırakanların, kafeinli içecekleri de mutlaka bırakması gerekir.
Önemli...
Yapılan araştırmalar, çocukların yetişkinlere oranla kafeine 3 kat daha duyarlı olduklarını ve onlar için, günde içilen bir kutu kolanın, bir yetişkinin içtiği 3 fincan kahveyle eş değer olduğunu göstermiştir. Kafeinin diğer bir kaynağı da yine çocukların çok sık tükettiği çikolatadır. Bu iki ürün çocukların çok küçük yaşta kafein ile tanışmasına ve kafeinin sağlıklarını daha erken yaşlarda tehdit etmesine neden olur.

23 Kasım 2009 Pazartesi

Penguenlerdeki Enerji Dönüştürücü Yürüyüş


İmparator penguenler kuluçka dönemi ve sonrasında yavrularına bakabilmek için oldukça uzun süren yürüyüşlere çıkarlar. Bu yürüyüşte şaşkınlık verici bir durum vardır. Penguenler büyük gövdeli olmalarına karşın, yürüyüşlerini zorlaştıracak kadar küçük bacaklara sahiptirler. Bu ise normal şartlar altında daha fazla enerji harcamalarına neden olacaktır. Sınırlı miktarda yedek besinle uzun bir yolculuğa çıkan penguenler için bu durum mutlak bir ölüm demektir. Peki öyleyse bu dezavantaj gibi görünen duruma rağmen nasıl olup da penguenler kilometrelerce yolu yürüyebilmektedirler? Penguenler sağa sola sallanarak yürürler. Bu sarkaç benzeri ilginç yürüyüşün nedeni son derece önemlidir. Bu yürüyüş sayesinde penguenler önemli derecede enerji tasarrufu yapmaktadırlar. Penguenlerin bacakları aşırı kısadır. Ancak penguenler, yana doğru adımlar atarak bu kısalığın dezavantajlarını ortadan kaldırır ve kaslarının daha az yorulmasını sağlarlar. Hatta her adımın sonunda bir sonraki adım için enerji depolamış olurlar. Yana doğru adımlar atarak değil de düz yürümüş olsalardı penguenlerin kendi boyutlarındaki bir hayvandan iki kat daha fazla enerji harcamaları gerekirdi. Ancak bu özel yürüyüş şekli sayesinde penguen sadece yürümeye başlarken enerji harcar, bir de dururken. Kısıtlı olan besininin denize ulaşmaya çalışan penguene yetmesi için en isabetli yöntem budur. Enerji tasarrufu sağlayacak bir yürüyüş şekli elbette ki penguenin kendi başına keşfettiği bir kolaylık değildir. Üstelik bunu tek bir penguen değil bütün penguenler böyle yapmaktadırlar. Ağır kış şartlarında yaşamalarını sağlayacak bu kolaylığı penguenler ilk doğdukları andan itibaren bilir ve uygularlar. Aksi bir davranış ölümlerine neden olacak kadar ciddi sonuçlar doğurabilir. Dondurucu soğukta penguenin en az enerji harcamak için neler yapması gerektiğini denemesi ve en sonunda bu yürüyüşte karar kılması söz konusu değildir. Penguenlerin bu yürüyüş şekilleri Yaratıcının canlılar üzerindeki şefkat ve merhametinin delillerinden biridir. Penguenleri yaratan ve nasıl hareket edeceklerini onlara ilham eden Yaratıcıdır. Yaratıcı tüm canlıları benzersiz şekillerde suretlendirmiş ve onları en mükemmel özellikler ile birlikte yaratmıştır.

Paraşüt Gibi Hareket Eden Tohumlar


İnsanların yüksekten atlamak için kullandıkları paraşütler özel olarak tasarlanmış bir şekle sahiptir. Rüzgarı içlerine almalarını sağlayan yapıları ile, kendilerini kullanan kişiye havada hareket etme imkanı verirler. Bazı tohumlarda da paraşütlere benzer bir yapı vardır. Paraşüt tohumlar olgunlaştıklarında hemen ağaçtan yere düşmezler. Onları daha uzağa götürecek kuvvetli rüzgarların çıkmasını beklerler. Eğer böyle olmasaydı ana bitkinin çok yakınına düşeceklerinden büyüme imkanları daha az olurdu. Paraşüt tohumların hızı, tohumun büyüklüğüne ve yapısının gözenekli olup olmamasına bağlıdır. Tohumun sahip olduğu paraşüt benzeri bölüm ne kadar büyükse hızı o kadar yavaştır. Ayrıca ne kadar az gözenekliyse havanın hareketlerine o kadar hassas olur. Tohumların bu gözenekli yapısı da Silybum marianum bitkisinde olduğu gibi basit ipekli olmasına, devedikeninde (Cirsium occidentale) olduğu gibi tüylü olmasına veya kum otundaki (Scabiosa stellata) gibi zarlı yapıda olmasına bağlı olarak değişir. Paraşüt tohumlar son derece detaylı özelliklere sahiptir. Tohumun hızının artması ve daha kolay hareket etmesi için gerekli olan her detay bu yapıda mevcuttur. İnsanların kullandıkları paraşütlerin özel bir tasarıma sahip oldukları konusunda hiç kimsenin bir itirazı yoktur. Bir paraşütün kendi kendine ortaya çıkamayacağını herkes bilir. Durup dururken bir kumaşın paraşüt şeklinde biraraya gelemeyeceği ve havada uçabilecek bir sistem kazanamayacağı çok açıktır. Tohumlar, içlerine gerekli bilgileri yerleştiren, nasıl bir ortamda yaşadıklarından ne gibi sistemlere ihtiyaçları olacağından haberdar olan bir güç tarafından bu özellikleriyle birlikte var edilmişlerdir. Bu, elbette ki hiçbir benzeri olmayan bir güçtür ve tüm alemleri yaratmış olan Yaratıcıya aittir.

Klonlama, canlı bir hücrenin genetik maddesinin kullanılarak, o canlının kopyalanmasıdır. Canlı bir hücreden yola çıkılır ve biyolojik bir süreç laboratuar ortamına taşınarak yapay yöntemlerle tekrarlanır. Yani ortada evrimin temel iddiası olan "tesadüfi" bir süreç ya da "cansız maddenin canlanması" gibi bir durum yoktur. Canlıların klonlanması (kopyalanması) gibi bir bilimsel gelişme için "evrimi destekler mi?" şeklinde bir sorunun sorulması ya da akla gelmesi bile aslında çok önemli bir gerçeği gösterir. Bu gerçek, evrimcilerin savundukları teoriyi halka benimsetmek uğruna ne denli ucuz propagandalara başvurduklarıdır. Zira evrim teorisini ilgilendiren bir yönü olmadığı için, "kopyalama" konusu, hiçbir profesyonel evrimci tarafından konu edilmez. Oysa her ne pahasına olursa olsun, körü körüne evrimi savunmaya çalışan, özellikle de bir kısım yerli medya kuruluşlarında odaklanmış çevreler, böylesine ilgisiz bir konuyu bile evrim propagandasına dönüştürmeye çalışırlar.

Canlıların Kopyalanması Ne Demektir?

Kopyalama işlemi için kopyalanması planlanan canlının DNA'sı kullanılır. Canlının bir hücresinde bulunan DNA mikroskop altına alınır ve o türden başka bir canlıya ait bir yumurta hücresinin içine yerleştirilir. Hemen ardından şok uygulanır ve yumurta hücresinin bölünmeye başlaması sağlanır. Bölünmeye devam eden embriyo, aynı türden herhangi bir canlının rahmine yerleştirilir ve gelişip doğması beklenir.

Dolly Denemesi

Adını Amerikalı ünlü bir şarkıcının isminden alan ilk klonlanan canlı olan koyun Dolly'nin klonlandığı deneyde, aslında birbirinden farklı genetik özelliklere sahip 3 ayrı koyun söz konusuydu. A koyunundan alınan hücre çekirdeğindeki genetik bilgi B koyunundan alınan ve çekirdeği boşaltılmış hücreye nakledildi. Çekirdeği ve hücre yapısı ayrı koyunlardan alınan bu hücre küçük elektrik akımları altında bölünmeye zorlandıktan sonra bölünen hücreler C koyununa nakledildi. Bu koyundan doğan yavru da tamamen A koyununun genetik kopyası olarak dünyaya geldi. Bu koyun, yani Dolly laboratuar ortamlarında babasız dünyaya gelmiş ilk memeli canlıydı. Peki, Dolly laboratuar ortamlarında tamamen bilim adamlarının beceriyle ortaya çıkmış bir canlı mıydı? Şüphesiz hayır. Çünkü bu işlem sırasında kullanılan bütün biyolojik materyaller, hücre, hücre çekirdeği, hücre zarı, mitokondri, DNA gibi canlılığın hayati bütün parçaları, hazır şekilde bir canlıdan alınıp diğer canlıya nakledilmiştir. Bu canlılığın cansız maddelerden ortaya çıkması değil canlı bir varlığın canlı başka bir varlığa teknolojik imkanlar da kullanılarak hayat vermesidir. Bu durum, aslında canlılarda devamlı olarak gerçekleşen bir üreme tarzıdır. Örneğin çilek, patates gibi bitkiler ve karınca, arı, kertenkele gibi canlılar çok benzer bir şekilde ürerler. Bir sonraki nesil bir önceki neslin tüm özelliklerini kendi hücrelerinde taşır.

Kopyalamanın Neden Evrimle İlgisi Yoktur?

Kopyalama ve evrim kavramları tanım olarak tamamen farklıdır. Evrim teorisi, cansız maddenin tesadüfler sonucu canlılığı oluşturduğu iddiası üzerine kurulmuştur. (Bu iddianın gerçekleşebileceğine dair hiçbir delil yoktur). Kopyalama ise canlı hücrenin genetik maddesi kullanılarak, o canlının kopyalanmasıdır. Zaten canlı olan bir hücreden yola çıkılır ve biyolojik bir süreç laboratuar ortamına taşınarak yapay yöntemlerle tekrarlanır. Yani ortada evrimin temel iddiası olan "tesadüfi" bir süreç ya da "cansız maddenin canlanması" gibi bir durum hiçbir şekilde söz konusu değildir. Gerçekte kopyalama işlemi evrim için hiçbir delil sağlamaz, ancak evrimi kökünden çürüten bir biyoloji kanununun çok açık bir kanıtıdır. Bu kanun, ünlü bilim adamı Louis Pasteur'ün 19. yüzyılın sonuna doğru ortaya koyduğu "hayat ancak hayattan gelir" prensibidir. Bu açık gerçeğe rağmen kopyalamanın evrime delil gibi gösterilmesi, medya yoluyla yürütülen büyük bir saptırma ve aldatmacadır. Hayatın yalnızca hayattan gelmesi yaratılışın bilimsel ispatı, evrim teorisinin ise açıkça çürütülmesidir. Bu saptırma, aslında evrimcilerin klasik bir yöntemidir. Evrim teorisinin ortaya atılmasından sonra, daha ilk yıllardan başlayarak, teoriyi benimsetmek uğruna çeşitli propaganda yöntemlerinin denendiğini, hatta bazı evrimci bilim adamlarının bilimsel sahtekarlıklar düzenlediklerini biliyoruz. Var olmayan deliller telkin yöntemiyle halka ulaştırılmış ve insanların önemli bir bölümünün bunlara inanması sağlanmıştır. Ancak özellikle son 30 yıl içinde çeşitli bilim dallarındaki ilerlemeler, canlıların ortaya çıkışının tesadüf kavramı ile açıklanmasının imkansız olduğunu göstermiştir. Evrimcilerin bilimsel yanlışları ve taraflı yorumları belgelenmiş ve böylece evrim teorisi bilim sınırları içinde savunulamaz hale getirilmiştir. Bu gerçek ise evrimcilerin bir kısmını farklı arayışlara itmiştir. İşte "canlılığın kopyalanması" hatta yakın geçmişte "tüp bebek" gibi bilimsel gelişmelerin evrime delilmişçesine propagandasının yapılması bu nedenledir. Topluma bilim adına söyleyecek sözü kalmayan evrimcilerin konuyu bilmeyen çevrelerin bilgi eksikliğine sığınarak teoriyi yaşatmaya çalışmaları, yalnızca o teorinin bilimsel yönden acınacak halini gösterir. Diğer tüm bilimsel gelişmeler gibi "kopyalama" da canlılığın yaratılmış olduğuna ışık tutan çok önemli ve aydınlatıcı bir bilimsel gelişmedir.

Kopyalama Hakkında Diğer Yanlış Anlamalar

Kopyalama konusunda insanların içine düştüğü bir diğer yanlış anlama ise kopyalamayı "insan yaratmak" olarak anlamalarıdır. Oysa kopyalamanın böyle bir anlamı kesinlikle yoktur. Kopyalama, zaten var olan canlı bir üreme mekanizmasına, zaten var olan bir genetik bilgiyi eklemekten ibarettir. Bu işlemde ne yeni bir mekanizma, ne de yeni bir genetik bilgi üretilmiş değildir. Var olan bir insanın genetik bilgisi alınmakta, bir annenin rahmine yerleştirilmekte ve annenin doğuracağı yeni çocuğun, genetik bilgisi alınan kişinin "tek yumurta ikizi" olması sağlanmaktadır. Kopyalamanın ne olduğunu bilmeyen pek çok kişi ise bu konuda hayali düşüncelere sahiptir. Örneğin 30 yaşında bir insanın hücresinin alınıp, hemen o gün yine 30 yaşında bir kopyasının üretildiğini zannetmektedirler. Oysa sadece bilim kurgu filmlerinde rastlanabilecek olan böyle bir "kopyalama" yoktur ve mümkün de değildir. Kopyalama aslında bir insanın "tek yumurta ikizi"nin doğal yollarla (yani anne rahminde) hayata getirilmesinden ibarettir. Canlı klonlarında, örneğin Dolly'de, yeni doğan canlı hiçbir zaman orjinaliyle aynı olmamaktadır. Koyunlardan sonra klonlanan domuz ve farelerde de klonlanmış bireylerin orjinallerinde olmayan sağlık sorunlarıyla karşılaştıkları tesbit edilmiştir. Nature dergisinin Mayıs 2001 tarihinde yayınlanan sayısındaki bir bilimsel makalede Dolly'nin kendi yaşıtlarındaki koyunlardan çok daha hızlı yaşlandığı, şu an üç yaşında olmasına rağmen altı yaşındaki koyunlarda gözlenen genetik özelliklere sahip olduğu belirtilmiştir. Ayrıca klonlanan her embriyo da canlı safhasına ulaşamamaktadır. İskoçya'da Roslin Enstitüsü 'nde Dolly'nin üretilmesi sırasında laboratuarda klonlanarak farklı koyunlara aktarılan 29 embriyodan yalnızca birinin gelişimini sürdürdüğü düşünülürse klonlama, birçok canlıda, doğal şartlarda kendiliğinden oluşabilecek bir süreç değildir.

Kuş Tüyleri


Son derece karmaşık bir tasarıma ve aerodinamik özelliklere sahip olan tüyler, sadece kuşlara özgüdür. Yalnızca bir tek kuş tüyü dahi Yaratıcının varlığını ve yaratılış gerçeğini ispatlamak için yeterlidir.

Sürüngenlerin vücutları pullarla, kuşların vücutları ise tüylerle kaplıdır. Evrimci bilim adamları sürüngenleri kuşların atası saydıkları için, ister istemez kuş tüylerinin de sürüngen pullarından evrimleştiğini öne sürmek zorunda kalırlar. Oysa pullar ile tüyler arasında hiçbir benzerlik yoktur. Sürüngenlerin Pulları Ve Kuşların Tüyleri Evrimciler, mikroskop altında incelendiğinde tüyle pul arasında hiçbir fark olmadığını; sadece tüyün, pulun gelişmiş şekli olduğunun görüleceğini iddia ederler. Pul ve tüyün yapıları, evrimcilerin iddialarının aksine birbirlerinden tamamen farklıdır. Mesela, embriyo içerisindeki gelişmelerine bakıldığında, pul ve tüyün büyüme mekanizmalarının tamamen farklı olduğu anlaşılır. Kimyasal yapıları karşılaştırıldığında ise, tüylerin "keratin" denen kimyasal bir maddeden oluştukları görülür. Tüyler asıl olarak "folikül" denilen yapılardan gelişirler. Deriden dışarıya uzayan saçlar gibi, tüyler de bulundukları deriden dışarıya doğru uzarlar. Bunlar sadece iki örnektir. Bu örneklerle tüylerin ve pulların birbirleriyle hiçbir benzerliği olmayan, farklı iki yapı olduğu çok net görülmektedir. Dolayısıyla birbirlerinden evrimleşmelerinin mümkün olmadığı da açıktır. Tüylerdeki Tasarım Connecticut Üniversitesi'nde fizyoloji ve nörobiyoloji profesörü olan A. H. Brush, bir evrimci olmasına rağmen, "Tüyler ve pullar... Genetik yapılarından gelişimlerine, morfolojilerinden doku organizasyonlarına kadar herşeyde birbirlerinden farklıdırlar" diyerek bu gerçeği kabul eder. Dahası, Prof. Brush'a göre "kuş tüylerinin protein yapısı da diğer omurgalıların hiçbirinde görülmeyen, tümüyle özgün" bir yapıdır. Bunun yanı sıra, kuş tüylerinin sürüngen pullarından evrimleştiklerini gösterebilecek hiçbir fosil delili de yoktur. Aksine, Prof. Brush'ın ifadesiyle, "tüyler fosil kayıtlarında sadece kuşlara has bir özellik olarak bir anda belirirler". Sürüngenlerde kuş tüylerine köken oluşturabilecek "hiçbir epidermal (üst deriye ait) yapı ise belirlenememiştir". Bu açık gerçeğe rağmen, evrimciler, sahte delillerle bu iddialarını desteklemeye çalışırlar. 1996 yılında büyük bir medya propagandası ile gündeme getirilen "Çin'de bulunan tüylü dinozor fosilleri" hikayesi bunlardan bir tanesidir. Bu hikaye tümüyle gerçek dışıdır. Nitekim sözü edilen Sinosauropteryx fosilinin gerçekte kuş tüyüne benzer hiçbir yapıya sahip olmadığı, 1997 yılında yapılan incelemelerle anlaşılmıştır. Öte yandan, kuş tüylerinde hiçbir evrimsel süreçle açıklanamayacak kadar kompleks bir tasarım vardır. Ünlü kuş bilimci Alan Feduccia, "tüylerin her özelliği aerodinamik fonksiyona sahiptir. Hafiftirler, kaldırma kuvvetleri vardır ve kolaylıkla eski biçimlerine dönebilirler" der. Feduccia, evrim teorisinin çaresizliğini ise şöyle kabul eder: "Uçmak için böylesine tasarlanmış bir organın, nasıl olup da ilk başta başka bir amaca yönelik olarak ortaya çıktığını anlayamıyorum." Tüylerdeki bu tasarım, Charles Darwin'i de çok düşündürmüş, hatta tavus kuşu tüylerindeki mükemmel estetik, kendi ifadesiyle Darwin'i "hasta etmiş"ti. Darwin, arkadaşı Asa Gray'e yazdığı 3 Nisan 1860 tarihli mektupta "gözü düşünmek çoğu zaman beni teorimden soğuttu. Ama kendimi zamanla bu probleme alıştırdım" dedikten sonra şöyle devam ediyordu: "Şimdilerde ise doğadaki bazı belirgin yapılar beni çok fazla rahatsız ediyor. Örneğin bir tavus kuşunun tüylerini görmek, beni neredeyse hasta ediyor." Kuş tüylerinin yapıları dikkatle incelendiğinde, Darwin'in neden hasta olduğunu anlamak hiç de zor değildir. Buraya kadar anlatılanlarda da görüldüğü gibi yalnızca bir tek kuş tüyü dahi Yaratıcının varlığını ve yaratılış gerçeğini ispatlamaya yetmektedir. Mükemmel tasarımlarının yanı sıra yeryüzündeki birbirinden renkli ve farklı desenlere sahip kuş tüyleri, canlıların tesadüfen oluştuklarını iddia eden evrim teorisine çok büyük bir darbe vurmaktadır

İnsan İskeletinin Mükemmel İşlevi


Canlı iskeletleri gibi insan iskeleti ve onu oluşturan kemikler de bütün olarak mükemmel bir işleve sahiptir. Vücudun taşınması ve korunması gibi önemli bir görevi üstlenen kemiklerimiz, bu işi rahatlıkla yerine getirebilecek kapasite ve sağlamlıkla yaratılmıştır. Hatta bu yönde oldukça geniş bir güvenlik payı bırakılmış ve vücudun muhatap olacağı zor durumlar da hesaba katılmıştır. Örneğin; uyluk kemiği, dikey durumda bir ton ağırlığı kaldırabilecek kapasitededir. Nitekim atılan her adımda bu kemiğimize vücut ağırlığımızın üç katı yük binmektedir. Hatta sırıkla yüksek atlama yapan bir atlet yere inerken kalça kemiğinin her santimetrekaresi 1400 kiloluk bir basınca maruz kalır. O halde, kemik denen ve bir tek hücrenin bölünmesi sonucunda ortaya çıkan bu yapıyı, bu kadar kuvvetli kılan nedir? Sorunun cevabı kemiklerin eşsiz yaratılışında gizlidir. Kemiklerdeki kusursuz yaratılışı anlamak için günümüz teknolojisinden bir örnek vermek doğru olur. Yirminci yüzyılın ikinci yarısına kadar oldukça zor inşa edilen büyük ve yüksek yapılar, bu tarihten sonra teknolojinin ilerlemesiyle gelişti. Kullanılan teknolojilerden en önemlisi kafes sistemleriydi. Bu yöntemde yapının taşıyıcı elemanları, yekpare yapıda değil, birbiri içine geçmiş, kafes şeklindeki çubuklardan oluşmaktaydı. Bilgisayar yardımıyla yapılan karmaşık hesaplar sayesinde, büyük köprüler ve endüstriyel yapılar çok daha dayanıklı ve daha ucuza inşa edildiler. Kemiklerin iç yapısı da, insanların binalarda ve köprülerde kullandığı kafes yapı sistemine benzer bir yapıda inşa edilmiştir. Ancak önemli bir fark vardır; kemik içindeki sistem, insanın geliştirdiğinden çok daha üstün ve komplekstir. Bu sayede kemikler, hem son derece sağlam, hem de insanın rahatlıkla kullanabileceği hafiflikte olurlar. Eğer aksi olsaydı, yani kemiklerin içi, dışı gibi sert ve tamamen dolu olsaydı, hem kemiklerin ağırlığı insanın taşıyabileceğinin çok üzerinde olurdu, hem de kemiğin yapısı gevrek ve sert olup en küçük bir darbede çatlayabilir veya kırılabilirdi. (insanmucizesi.com) Kasların ve kemiklerin erimesi, kişinin uzun süre besin ve sudan uzak kalması bir insan için ölümcül olabilecek bir durumdur. Açlık çeken çocukların, yağ kalmamış bedenlerindeki kasların parçalanması ve bunun sonucunda ortaya çıkan suyun birikmesinden kaynaklanan karın şişliği ayılarda ortaya çıkmaz. Bu sayede ayılar ölümcül olabilecek bir tehlikeden korunurlar.

21 Kasım 2009 Cumartesi

10 Ünlü Darwinist Yalan

1)“Hayatın İlkel Dünyada Tesadüfen Oluşabildiği İspatlanmıştır” Yalanı
Bu iddiayı öne süren evrimci kaynaklarda tek kanıt olarak 1953 yılında yapılan Miller Deneyi gösterilir. Oysa bu deneyde canlı bir hücre oluşturulmamış, sadece birkaç basit aminoasit sentezlenmiştir. Aminoasitlerin tesadüfen doğru sıralamayla dizilerek proteinleri oluşturmaları, bunların da bir hücre meydana getirmeleri matematiksel olarak imkansızdır. Kaldı ki, Miller’in sentezlediği aminoasitler dahi anlam taşımamaktadır. Çünkü Miller, deneyinde ilkel dünya atmosferinde bulunmayan gazlar kullanmıştır.
2)Atın Evrimi Fosil Kayıtlarıyla İspatlanmıştır” Yalanı
Onlarca yıldır, "atın evrimi" iddiası , evrim teorisinin en iyi belgelenmiş kanıtlarından biri olarak gösterilmeye çalışılmıştır. Farklı devirlerde yaşamış dört ayaklı memeliler küçükten büyüğe doğru dizilmiş ve bu hayali "at serileri" doğa tarihi müzelerinde sergilenmiştir. Oysa son yıllardaki araştırmalar, at serilerindeki canlıların birbirlerinin atası olmadığını, sıralamaların çok hatalı olduğunu, atın atası olarak gösterilen canlıların gerçekte attan daha sonra ortaya çıktıklarını ortaya koymaktadır.
3)“Doğa Tarihi Hayat Ağacını Doğrulamaktadır” Yalanı


Darwinizm, yeryüzündeki yaşamın bir ağaç gibi tek bir kökten doğup giderek geliştiğini ve dallara ayrıldığını öne sürer. Evrimciler, doğa tarihini bu iddiaya uyarlamak için 150 yıldır çabalamaktadırlar. Oysa doğa tarihi, tam aksi bir tablo ortaya koymuştur. Fosil kayıtları bir "hayat ağacı" bulunmadığını, temel canlı gruplarının yeryüzünde aynı anda ve aniden ortaya çıktığını göstermektedir. Bilinen filumların (temel canlı gruplarının) tamamına yakını, 530-520 milyon yıl önceki Kambriyen devirde ortaya çıkmıştır.
4)Archaeopteryx, Sürüngenler ve Kuşlar Arasındaki Kayıp Halkadır” Yalanı


Archaeopteryx adlı 150 milyon yıllık kuş fosili, evrimciler tarafından 19. yüzyıldan beri "evrimin en büyük fosil kanıtı" olarak gösterilmiştir. Bu kuşun bazı sürüngen özellikleri gösterdiği ve bu yüzden sürüngenler ile kuşlar arasındaki "kayıp halka" olduğu iddia edilmiştir. Ancak 2000 yılında ortaya çıkarılan Lonqisquama adlı fosil, bu iddiayı geçersiz kılmıştır. Çünkü 220 milyon yıl yaşındaki Lonqisquama, Archaeopteryx’ten 70 milyon yıl daha eski olmasına rağmen eksiksiz bir kuştur.
5)"İnsan Embriyosunda Solungaçlar Vardır" Yalanı


Bu iddia, evrimci biyolog Ernst Haeckel tarafından 20. yüzyılın başında yapılan bir bilim sahtekarlığına dayanmaktadır. Haeckel, evrime delil oluşturmak için, insan, tavuk, balık gibi canlıların embriyolarını yanyana çizmiş, ancak bu çizimler üzerinde çarpıtmalar yapmıştır. Bugün tüm bilim dünyası bunun bir sahtekarlık olduğunu kabul etmektedir. Haeckel’in "solungaç" diye gösterdiği yapı, gerçekte insanın orta kulak kanalının, paratiroidlerinin ve timüs bezlerinin başlangıcıdır.
6)“Canlılarda Körelmiş Organlar Vardır” Yalanı


Uzun zamandır evrimci kaynaklarda canlılardaki bazı organların işlevsiz olduğu ileri sürülmekte ve bunların sözde o canlıların atalarından miras kalmış evrimsel kör noktalar olduğu iddia edilmektedir. Örneğin insan vücudundaki appendiks (apandisit) veya kuyruk sokumu, yıllarca "körelmiş organ" sayılmıştır. Oysaki son yılların bilimsel araştırmaları, tüm bu organların önemli işlevleri olduğunu ortaya koymuş durumdadır. Evrimcilerin 20. yüzyıl başında çıkardıkları "körelmiş organlar listesi" bugün tamamen çürütülmüş durumdadır.
7)“Omurgalıların Beş Parmaklı El Yapısı Evrime Delildir” Yalanı


Yunusun yüzgeçlerinde, yarasanın kanatlarında veya insanın ellerinde, 5 parmaklı bir kemik yapısı bulunur. Bu benzerlik, evrimci ders kitaplarında veya bazı yayınlarda, uzun zaman, bütün bu canlıların ortak bir atadan evrimleştiği iddiasına delil olarak sunulmuştur. Oysaki genetik araştırmalar, benzer gibi gözüken bu organların aslında çok farklı genler tarafından kontrol edildiğini göstermiştir. Bugün evrimciler bile "benzer organlar evrime delil oluşturmuyor" itirafında bulunmaktadır.
8)“Sanayi Devrimi Kelebekleri, Doğal Seleksiyonla Evrime Delildir” Yalanı


Evrim teorisinin dünya çapında en çok tekrar edilen sözde "delil"lerinin başında, 19. yüzyıl İngilteresi’nde gerçekleşen sanayi devrimi sırasındaki kelebek popülasyonu gelir. Sanayi devrimindeki hava kirliliği ağaç kabuklarının rengini koyulaştırmış, bu nedenle koyu renkli kelebekler daha kolay kamufle olarak avcı kuşlardan korunmuş ve sonuçta koyu renkli kelebeklerin nüfusu artmıştır. Ama bu bir evrim değildir, çünkü yeni bir kelebek türü ortaya çıkmamış, sadece zaten var olan türlerin nufüs oranı değişmiştir.
9)“Mutasyon Deneyleri Evrime Delildir” Yalanı


Mutasyonlar, neo-Darwinizm’in öne sürdüğü iki "evrim mekanizması"ndan biridir. DNA üzerinde mutasyonlarla meydana gelen rastlantısal değişikliklerin canlıları evrimleştiği öne sürülür. Bu iddiaya destek oluşturabilmek için binlerce mutasyon deneyi yapılmıştır. Başta meyve sinekleri olmak üzere seçilen bazı canlı popülasyonları yoğun mutasyona uğratılmıştır. Evrimci yayınlar bu mutasyon deneylerini "evrimin laboratuvardaki kanıtı" gibi gösterirler. Oysa gerçekte bu deneyler evrimi kanıtlamak bir yana, çürütmüştür. Çünkü mutasyona uğrayan hiçbir canlıda genetik bilgi artışı gözlemlenmemiştir. Aksine, mutantlar (mutasyona uğrayan canlılar) hep sakat, kısır ve hasta olmaktadır.
10)“Fosiller, Yarı Maymun İnsanların Yaşadığını İspatlamaktadır” Yalanı


Darwinizm’in en önde gelen aldatmacası, insanların maymun benzeri canlılardan evrimleştiği iddiasıdır. Bu iddia, oluşturulan binlerce hayali çizim ve maket yoluyla kitlelere empoze edilir. Oysa gerçekte "maymun-adamlar"ın yaşamış olduğuna dair hiçbir kanıt yoktur. İnsanın en eski atası olarak ileri sürülen Australopithecus, şempanzelerden pek farklı olmayan soyu tükenmiş bir maymun türüdür. Evrim şemasında Australopithecus’un sonrasına yerleştirilen Homo erectus, Homo sapiens neanderthalensis, Homo sapiens archaic gibi sınıflamalar ise, farklı insan ırklarıdır.

Bilgisayar Teknolojisinin İlham Kaynağı: İnsan Beyni

Bilgisayar endüstrisinin günümüzdeki en temel hedeflerinden birini, bilgisayarları daha hızlı işler hale getirmek oluşturuyor. Hızlı bilgi transferi, gelişmiş dağıtıcı bilgisayarlar ve kusursuz çalışan bilgi paylaşım ağları günümüzde tüm bilgisayar firmalarının üretmek istediği türden teknoloji harikalarıdır. Ancak bilgisayar dünyasında hız ve bilgi kapasitesi arttıkça modem büyüklüğü de ister istemez artmaktadır. Yani bilgisayarların ebatları giderek büyümektedir. Bilgisayar üreticilerinin ya da diğer teknoloji tasarımcılarının en büyük arzusu ise tüm bilgileri sığdırabilecekleri kullanışlı ve küçük işlemciler üretmektir. Bunun içinse çip ve transistörlerden kurulu tasarımın kendi içinde mümkün olabilecek en geniş ve hızlı haberleşme ağını sağlaması gerekmektedir. Bir bilgisayarda kullanılan çiplerin sayısı arttıkça, hızı da doğru orantılı olarak artış gösterir. Ancak çiplerin sayısı belli bir sınırın ötesinde artırılamamaktadır. Çünkü çip sayısı arttıkça enerji gereksiniminin karşılanması da neredeyse imkansızlaşmaktadır. Bu tür sorunlara çare arayan bilgisayar mühendisleri için ise insan beyni ilham kaynağı olmuştur.

"Beyin Bilgisayarlara Ders Öğretiyor"


Beynin çalışma sistemi, birbirleriyle her an bağlantıda bulunan yüz binlerce nörona dayanır. Beyindeki nöronlar arası haberleşme ağını inceleyen bilim adamları, bu son derece hızlı sistemi bilgisayarlarda en etkili biçimde taklit edebilmeyi amaçlıyorlar. MSNBC'de "Beyin Bilgisayarlara Ders Öğretiyor" başlığıyla verilen 6 Ağustos 2002 tarihli bir haberde ünlü bir bilgisayar mühendisi olan Kerry Bernstein tarafından beyindeki üstün tasarım anlatıldı. Bilgisayar teknolojisinde en büyük firmalardan biri olan IBM ' in deneyimli teknoloji uzmanı Kerry Bernstein, beynin birçok yönüyle bilgisayar tasarımında taklit edildiğini ancak beyindeki tasarımın aynı kalitede kopyalanmasının var olan hiçbir teknolojiyle mümkün olamayacak kadar mükemmel olduğunu vurguladı. Bernstein: “Beyinde olağanüstü bir paralellik hakim. Yani tek bir bit bilgi, bir anda tam 100.000 nörona yayılabiliyor diye belirtiyor. Böylece beyin, bilinen en hızlı bilgisayardan yüz binlerce kat daha hızlı oluyor diyor. Bizim ise bunu elektronikte gerçekleştirebilmemiz mümkün değil.” Yaratıcının yarattığı ve insanoğluna nimet olarak lütfettiği beyin öylesine mükemmel bir organ ki bilim adamları onu inceledikçe ne kadar büyük bir aklın ürünü olduğunu ve kusursuz olarak yaratıldığını anlıyorlar. Tabi bu kusursuz tasarım harikasını yalnızca belli noktalarda taklit edebileceklerini de... Bernstein ' ın şu sözleri dikkatle okuyup üzerinde düşünülmesi gereken sözler: “Bilgisayarlar hızlandıkça ve çipler küçüldükçe daha çok enerji ihtiyacı ortaya çıkıyor. Mühendisler işte bu noktada çıkmazla karşı karşıya bulunuyorlar. Ve bu çıkmaz ortaya gerçekten de önemli fiziksel kısıtlamalar koyuyor" diyor. Bernstein ve ekliyor: "Dijital alanda bunu gayet net biçimde yaşadık Bizler bu yönde ilerlemeye devam ettikçe, giderek daha da sıkıntılı bir hale geliyoruz. Gerçek şu ki, yapmakta olduğumuzu artık daha fazla sürdüremeyiz. Endüstri de sürdüremez." MSNBC haberinde tüm bunlar anlatıldıktan sonra şu yorum yapılıyor: “Bernstein gibi bilgisayar mühendisleri yeni bir yol bulmada umutlarını yitirmiş görünüyorlar.” İşte Bernstein, bu yüzden beyindeki tasarımı anlamaya büyük önem veriyor ve beyin cerrahlarını her sene IBM merkezine davet edip, düzenli olarak bilgisayar mühendislerine beynin üstün çalışma sistemi hakkında konferans vermelerini sağlıyor. Bernstein yaptığı bu çalışmanın zaten mikroişlemci tasarımında beyinden olağanüstü fazla yararlanmış bulunuyoruz sözleriyle de altını çiziyor. Beynin nasıl çalıştığını anlayabilmek, mühendislere daha etkili devre tasarımları yapmada ilham kaynağı oluyor. Quantum bilgisayarlarının ortaya çıkması ve nöronların da bilgisayar çiplerinde taklit edilmeye başlanması bu sayede gerçekleşti. Peki ama burada aklımıza bazı sorular gelmiyor mu? Dünyanın en üstün zekalı insanlarından kurulu teknoloji geliştirme ekipleri, gri bir et parçasını niçin taklit dahi edemiyorlar? Dahası, ıslak ve gri bir et görünümü dışında bir özelliği görünmeyen bu organda bu mucizevi işlemler nasıl gerçekleşebiliyor? Basit protein ve yağ moleküllerinden oluşan bu yapı nasıl olup da bize dış dünyadan ve kendi bedenimizden gelen milyonlarca algıyı yorumlayabiliyor? Bu işlemler yapılırken niçin arıza ve bozukluklar meydana gelmiyor da gözlerimizden ya da kulaklarımızdan gelen sinyaller dış dünyaya uygun olarak yorumlanabiliyor? Görüntüde yer yer kararmalar ya da duyduklarımızda hışırtılar niye hiç ortaya çıkmıyor? Ve en önemli soru şudur: Bizler beynimizin karmaşık tasarımı hakkında birşeyler bilmezken ve her saniye gerçekleştirilen on binlerce işlemden de habersizken beynimizde olup bitenler nasıl kontrol edilir? Beynimizi bize veren kimdir? Kuşkusuz, nöronlar, derimiz ya da bedenimizin başka bir yerindeki hücreler gibi şuursuz atomlardan meydana gelirler. Bu durumda nöronların böyle üstün işlemler gerçekleştirmesi büyük bir mucizedir. Şuursuz atomlar bir araya gelip bir şeftalinin kokusunu, güzel bir manzara görüntüsünü, bir kadife kumaşın dokusunu nasıl yorumlarlar? Dış dünyadan gelen tüm bu algılar, kafatası ile çevrelenmiş ve her türlü sesten, kokudan ya da ışıktan izole haldeki gri et parçasında nasıl bir anda mükemmel şekilde var olabilirler? Kuşkusuz etten yapılma bir organın böyle mükemmel işlemler gerçekleştirebilmesi çok büyük bir mucizedir. Ancak asıl mucize bu organdan akıl ve bilinç gibi soyut kavramların ortaya çıkmasıdır. Beynimizin özel olarak tasarlandığı açıktır ve her tasarım gibi bir tasarlayana sahiptir. Beyin, Yaratıcının üstün yaratmasının bir delilidir.

25 Gramlık Denetim Uzmanı: Tiroid Bezi

Uçaklarda, uzay mekiklerinde, hatta bazı modern otomobillerde aracın o anki durum ve kapasitesini denetleyen kontrol bilgisayarları vardır. Ancak insanların 20. yüzyılda geliştirdiği bu sistemlerden binlerce yıl önce, söz konusu denetim sistemlerinin en mükemmeli yeryüzünde zaten mevcuttu. Hem de insanın kendi vücudunun içinde… Günümüz fabrikalarında ve modern sanayi tesislerinde gündemde tutulan en önemli nokta "verim"dir. Fabrikanın her bölümünün ideal bir hızda çalışması gerekir. Ancak birimlerin hızlı çalışmaları tek başına yeterli değildir. Her birimin bir diğeri ile uyum içinde olması gerekir. Bir birimin diğerlerinden çok daha hızlı çalışması tek başına değerlendirildiğinde bir avantaj gibi gözükse de, genel planlama düşünüldüğü zaman bu durum faydadan çok zarar getirebilir. Bu yüzden fabrikalar ve tesislerde planlama ve verim sağlamak için endüstri mühendisleri, işletmeciler ve bu konuda eğitim görmüş uzman personeller çalışır. İnsan vücudunu da bir fabrikaya benzetirsek bu fabrikanın verimden sorumlu yöneticisi ise tiroid bezidir. Tiroid bezi salgıladığı tiroksin hormonu yardımıyla 100 trilyon hücrenin çalışma ritmini teker teker düzenler, hızlarını ayarlar. Besinlerin hücreler tarafından enerjiye çevirim hızlarını belirler. Bu da yediğimiz besinlerden hangi verimle faydalandığımızı tespit eder.


Tiroid Bezinde 24 Saat İçinde Hangi Hormonlar Salgılanır?


Tiroksin Hormonu:


Ortalama ağırlığı 20-40 gr olan tiroid bezi sağlıklı bir yaşam sürebilmeniz için vücut metabolizmanızı düzenler. Bunu, ürettiği tiroksin adlı özel bir hormon sayesinde yapar.
Tiroksin hormonu, vücuttaki bütün hücrelere etki eden bir hormondur ve hücrelerin kullanacağı oksijen miktarını belirler. Örneğin bir hücrede mitokondrinin bulunduğu ortama tiroksin hormonu verildiğinde, oksijen tüketimi ve enerji üretimi artar. Kandaki tiroksin yetersizliğinde ise metabolizmanın yavaşlamasının yanı sıra doku sıvısında su ve sodyum miktarı artar. Kanda kolesterol miktarı yükselir.
İnsan vücudunu oluşturan dokular sürekli yenilenir. Günde yaklaşık 200 gram kas ve doku hücresi yenilenir.1 Bunu sağlamak içinse, vücudumuzda her dakika 200 milyon hücre doğar ve ölmüş hücrelerle yer değiştirir.2 İşte vücudumuzdaki bu restorasyon ve yenilenme faaliyetinin hızını belirleyen de tiroksin hormonudur.
Tiroid bezinde tiroksin hormonunun üretilmesi ve salgılanması, içiçe geçmiş bir sistem sayesinde çalışır. Tiroksin hormonuna ihtiyaç duyulduğu anda hormonal sistemin beyni hipotalamus, hormonal sistemin orkestra şefi olan hipofiz bezine bir emir (TRH- Tirotropin Salgılatıcı Hormon) gönderir. Emri alan hipofiz bezi, tiroid bezinin harekete geçmesi gerektiğini anlar. O da hemen tiroid bezine bir emir ( TSH- Tiroid Bezini Harekete Geçirici Hormon) gönderir. Emir-komuta zincirinin son halkası olan tiroid bezi de kendisine ulaşan bu emir doğrultusunda hemen tiroksin hormonu üretir ve kan yoluyla bunu bütün vücuda dağıtır.
Tiroksin hormonunun belirli bir miktarda salgılanması sayesinde vücut hücrelerinin çalışma hızları hep dengede tutulur. Eğer vücut hücreleri olması gerekenden daha hızlı çalışırsa ne olur? Bu durum, tiroksin hormonunun fazla salgılandığı "toksik guatr" hastalığında görülür. Metabolitik aktivite artar, vücut ısısı ve kan basıncı yükselir, kilo kaybı gerçekleşir ve terleme artar.
Tiroksin hormonu büyüme hormonu ile işbirliği yapar. Büyüme hormonu, gelişme dönemindeki bir çocuğun hücrelerine bölünerek çoğalma ve büyüme emri veren moleküllerdir. Bu hormon, hücrelerin bölünme sayısını ve miktarını belirler. Ancak planlanması gereken çok önemli bir ayrıntı daha vardır; hücrelerin bölünme hızı. Tiroksin hormonu büyüme çağında hücrelerin bölünme hızlarına da etki ederek sağlıklı bir şekilde gelişmenin tamamlanmasını sağlar.
Vücut hücrelerinin faaliyetleri sonucunda belirli bir ısı açığa çıkar. 100 trilyon hücrenin faaliyeti sonucunda da vücut belirli bir ısıya ulaşmış olur. Bu durumda hücreleri, bedeninizi ısıtan mikro kaloriferlere benzetebiliriz. İşte bu mikro kaloriferlerin her birinin ne kadar ısı vermesi gerektiğini düzenleyen mucize molekül yine tiroksin hormonudur.


Kalsitonin Hormonu:
Tiroid bezinden salgılanan başka bir hormon da kalsitonindir. Kalsitonin hormonu, paratiroid bezinden salgılanan parathormon (PTH) ile birlikte vücudun kalsiyum-fosfat miktarının düzenlenmesinde önemli bir rol oynar. Kalsiyum miktarının düzeni ise insan açısından son derece hayatidir. Bu madde, kemik oluşumu, kas ve sinir sisteminin çalışması, kanın pıhtılaşması, hücre zarından aktif taşımanın yapılması gibi son derece hayati işlerde kullanılır. Bu nedenle kanda belirli bir düzeyde kalsiyumun mutlaka bulunması gerekir. İşte bu yüzden kemikler, kalsiyum depolayan bir banka görevi görür. İki farklı hormon da bu bankaya kalsiyumun yatırılmasını ya da geri çekilmesini sağlar.
Tiroid bezinin üzerinde bulunan paratiroid bezinin ürettiği parathormon kandaki kemiklerde depo edilen kalsiyumun kana geri verilmesinde rol oynar. Bu hormonun salgılanması, hipofiz bezi ve sinir sisteminin doğrudan etkisi olmadan, kandaki kalsiyum miktarına göre otomatik olarak düzenlenir. Bu hormon kanda kalsiyum miktarı düştüğünde bunu hemen tespit eder ve doğrudan kemik hücrelerine etki ederek, kemikten kana kalsiyum geçişini hızlandırır. Kandaki kalsiyum miktarı belli bir seviyeyi geçtiğinde ise tiroid bezinden kalsitonin hormonu salgılanır. Kalsitonin kandaki fazla kalsiyumun kemiklerin yapısına geçerek orada depolanmasını sağlar.Özellikle çocuklar oldukça yüksek bir metabolizma hızına sahiptirler. Bunun nedeni bu dönemde vücut hücrelerinin besinlerden daha yüksek bir verimle enerji elde etmeleridir. vücut hücrelerinin çalışma hızlarını denetleyen ve belirleyen ise tiroksin isimli hormondur.
Bu örneklerde görüldüğü gibi, insanın yaşamını sağlıklı ve rahat bir şekilde sürdürmesi, hormon sisteminin tam olarak çalışmasıyla mümkündür. Nitekim yalnızca tiroid bezinin çalışmasındaki küçük bir aksaklık dahi pek çok hastalığa neden olabilmektedir. Bu aşamada düşünülmesi gereken nokta şudur: Tiroid bezi dediğimiz, bir hücreler topluluğudur; bu topluluğun içinde bir şuur sahibi aramak mümkün değildir. İşte bu noktada karşılaştığımız tek sonuç, yaratılış gerçeğidir. Vücut içindeki tüm bezlerin, hormonal sistemi oluşturan tüm elemanların, bunların ürettikleri hormonların, o hormonların içinde yer alan moleküllerin ve onları oluşturan atomların tümü yaratıcının benzersiz yaratışının birer ürünüdür.

Oksitosin Hormonu


Bu hormon hipotalamus tarafından üretilir ve hipofizin arka bölümünde depolanır. Gerektiği zaman hipotalamustan gelen sinirsel bir emirle hipofiz tarafından salgılanır. Görevi, süt kanallarının kasılmasını sağlamaktır. Oksitosin hormonunun anne sütü üretimi dışındaki bir başka görevi de doğum yaklaştığı zaman rahim kaslarının kasılmasını sağlamaktır. Böylece doğumun kolay gerçekleşmesini sağlar. Doğum yaklaştığında oksitosin üretimi hızla artar. Çok ilginçtir ki, aynı anda rahim kasları, oksitosin hormonuna karşı olağanüstü bir duyarlılık kazanır. Doğum sırasında, bazı kadınlara, ağrının dinmesi ve doğumun daha kolay olması için damardan oksitosin verilmektedir. Oksitosin hormonunun üretiminin hatasız yapılabilmesi için hipotalamusu oluşturan hücreler, kendilerinden çok uzakta gerçekleşen doğum olayının bütün detaylarına hakim olmak zorundadırlar. Doğumun zor bir olay olduğunu, doğumun gerçekleşmesi için rahim kaslarının kasılmaları ve bebeği dışarı doğru itmeleri gerektiğini bilmek zorundadırlar. Ayrıca rahim kaslarının kasılmaları için bir kimyasal üretilmesinin gerektiğini ve bunun da hangi formülde olduğunu bilmelidirler. Hipotalamus hücrelerinin genlerine oksitosin hormonunun üretim planını yerleştiren, dünyaya yeni gelecek olan bebeği, anneyi, anne rahmini ve hipotalamus hücrelerini yoktan var eden Yaratıcıdır.

Oksijendeki Yaratılış Mucizesi


Karbon, canlı bedenlerinin en önemli yapıtaşıdır ve bu işlev için çok özel bir tasarımla yaratılmıştır. Fakat karbon temelli tüm canlıların varlığı ikinci bir şarta daha bağlıdır; enerji. Enerji, yaşamın vazgeçilmez bir ihtiyacıdır. Yeşil bitkiler enerjiyi Güneş ışığından alırlar. Ama hayvanlar ve bizim için enerjinin kaynağı "oksidasyon" yani yanmadır. Bitkilerden aldığımız besinleri "yakarak" enerji elde ederiz. Yakma ise, oksidasyon teriminden anlaşıldığı gibi, oksitleyerek, yani oksijenle reaksiyona girerek gerçekleşir. İşte bu nedenle oksijen de kompleks yaşamın su ve karbon gibi temel bir şartıdır. Bize enerji veren "yakma" reaksiyonu sonucunda, su ve karbondioksit yanında büyük miktarda enerji de açığa çıkar. Reaksiyonda belirtilen karbon bileşiklerinin başında, hidrojen ve karbon atomlarından oluşan hidrokarbonlar gelir. Örneğin glikoz (şeker), vücudumuzda sürekli olarak yakılarak enerji sağlanan temel bir hidrokarbondur. İşin ilginç yanı, hidrokarbonları oluşturan hidrojen ve karbon atomlarının, oksidasyon için olabilecek en uygun atomlar olmalarıdır. Hidrojen, diğer tüm atomlar içinde, oksidasyona uğradığında en çok enerji açığa çıkaran atomdur. Evrendeki tüm sistemler insan yaşamı için en uygun şekilde yaratılmıştır. Oksijen de Yaratıcının insanlara olan sonsuz merhametinin delillerinden sadece bir tanesidir.

Mars Yolculuğu ve Kelebekler



"İkisi arasında nasıl bir ilişki olabilir ki?" diye merak ediyorsanız, kelebeklerin uçuş yeteneğinin aerodinamik ve uzay bilimleri açısından neler ifade ettiğini okumalısınız. Her zaman olduğu gibi bilim haberlerini güncel olarak sizlere aktarmaya devam ediyoruz... Uçan canlılar arasında kelebekler daha çok kanatlarındaki güzel desenlerle ilgi çekicidirler. Yapılan son bir araştırma, harika desenlere sahip kelebeklerdeki üstün aerodinamik yeteneği ortaya çıkardı. Oxford Üniversitesi’nden Dr. Adrian LR Thomas, Tam 12 yıl boyunca böcek uçuşunun aerodinamiğini inceliyordu.. Uçuş sırasında kanatların havayla nasıl bir etkileşim içinde olduğunu izleyebilmek için özel bir rüzgar tüneli geliştirdi. Tamamlanması 3 sene süren bu tünel, yapay bir çiçeğe doğru uçan kelebeğin kanat hareketlerini izlemede kullanılıyor. Kelebek tünelin içinde çiçeğe doğru kanat çırparken kanatlarına doğru renkli duman üfleniyor. Renkli dumanın kanatlarla karşılaştıktan sonra aldığı şekiller incelenerek kanatların havayla nasıl bir etkileşim içinde olduğu anlaşılıyor. Bu arada yüksek hızda kayıt yapan bir dijital kamerayla kelebeğin hareketleri an an kaydediliyor. Dr. Thomas ve yardımcısı Dr. Robert Srygley bu tüneli kullanarak, Kızıl Amiral olarak bilinen Vanessa atalanta türüne ait kelebekleri incelediler. Kelebeğin görüntülerini izlediklerinde böceğin aerodinamik yeteneği karşısında hayrete düştüler. Kanat hareketleri ve duman şekillerini karşılaştıran bilim adamları, kelebeğin değişen hava akımlarına fazla enerji tüketmeksizin, kolayca uyum sağladığını belirtiyorlar. Buna göre, kelebekler hava akımlarını karşılamada o kadar yetenekli ki, kanatlarını 6 farklı şekilde çırpıyor ve döndürebiliyorlar. Kanatlarıyla yaptıkları özel hareketler sayesinde havada minik hortumlar oluşturuyor böylelikle ekstra kaldırma gücü sağlamış oluyorlar. Araştırmalarının sonuçları Nature dergisinde yayımlanan(1) Thomas ve Syrgley, bu konuda şunları söylüyor: “Kelebeklerin kanat çırpma hareketleri rastgele, kararsız bir gezinme değil. Bu hareketler geniş bir dizi aerodinamik mekanizmanın hünerli bir şekilde kullanılmasından ortaya çıkıyor” (2) Kelebeğin havadaki hareketleri akrobasi uçuşu yapan pilotların hareketlerine benzetiliyor. Dr.Thomas, kelebeklerin bu hareketleri yaparken yorulmadıklarını belirtiyor. Kelebekler, bir atın yürüme, koşma ve dört nala koşma arasındaki geçişleri kolaylıkla yapabilmesi gibi kendi isteklerine göre bir uçuş tarzı ortaya koyabiliyorlar. Kelebek uçuşundaki bu yetenekte kanatlardaki özel tasarımın yanısıra, kanat hareketlerini düzenleyen sinir sistemi de önemli rol oynuyor. Kanatların hangi hızda ve hangi yönde döneceklerini belirleyen bu sistem, uçaklardaki elektronik sistemlere benzetiliyor. Ancak bilim adamları, kelebeğin sahip olduğu 3000 nöronla bu karmaşık hareketleri nasıl yapabildiğini bir türlü anlayabilmiş değiller. Kelebekteki kontrol sistemi en modern uçaklardakinden bile üstün. Nature dergisinde Thomas’ın araştırmasıyla ilgili bir yorumda şunlar söyleniyor: “İnsan yapımı uçan taşıtlar yazılım komutlarıyla kontrol edilirler ancak yazılım tasarımı, yıllar boyu süren insan emeği sonucu ortaya çıkar ve uygulamaya konması için kuvvetli bilgisayar çipleri gereklidir. Oysa sineklerde örneğin, uçuş kontrolü muhtemelen sinek beyninde bulunan ve yaklaşık 3.000 nörondan meydana gelen bir kompleksten ortaya çıkar. Bu, sineğe bir ekmek kızartma makinesinin sahip olduğundan daha az kompütasyonel güç kazandırır ama yine de sinekler süper hızlı dijital elektronikle donatılmış uçaklardan daha çeviktirler”. (3)




#Küçücük Bir Böcekten Büyük İlhamlar #


Sineklerin günümüz uçaklarından çok daha üstün bir uçuşa sahip oldukları biliniyor. Bir sinek gibi uçabilen minyatür uçaklar mühendislerin rüyalarını süslüyor. Örneğin Uzay ve havacılık endüstrisinin rüyası olan Mars’a yolculuk projelerinde gezegene iniş yapabilecek etkin bir manevra kabiliyetine sahip robotlara önemli görevler düşüyor. Sunduğu hava akrobasisiyle kelebekler, bu tür robotlara ilham kaynağı olmada ön plana çıkıyorlar. Nasa ve Georgia Tech kuruluşlarından bilim adamları, Mars yüzeyine inebilen ve yüzeyde ilerleyebilen verilen robotlar tasarlıyorlar. Böceklerden ilham alan bu robotlara "Entomopter" adını veriyorlar.(4) Günümüzde 15 santimden daha küçük kanat genişliğine sahip uçaklar üretmek mümkün olmuyor. Çünkü bundan daha küçük kanatlar kaldırma kuvveti oluşturamayacak kadar küçük kalıyor. Çok daha küçük olan sinekler ise minicik kanatlarıyla mükemmel uçuşlar yapabiliyorlar. Kanatların sağladığı kaldırma kuvveti, birim alana oranlandığında sineklerin uçaklardan 10 kat daha üstün olduğu ortaya çıkıyor.




#Teknoloji Sinek Uçuşunun Çok Gerisinde #


15 santim boyunda üretilen uçaklar, mini kamera monte edilerek 100 metre yükseklikten uçurulabiliyor ve casusluk amacıyla kullanılıyor. ABD’nin California eyaletinde kurulu olan AeroVironment isimli şirket yıllardır bu uçakların üretimini yapıyor. Ancak proje lideri Matt Keennon’ın büyük rüyası başka. Bu rüya ‘casusun duvardaki sinek olma rüyası’olarak biliniyor. Bir sinek gibi havada asılı kalabilen, ani manevralar yapabilen, dik yüzeylere konabilen ve uzaktan kumandayla yönetilen bir robo-sinek. Ancak günümüz teknolojisi sinekleri bu anlamda taklit etmede tamamen yetersiz kalıyor. Mühendis Keennon, robo-sinek projesinde henüz, Wright kardeşlerin 1903 yılında bulunduğu seviyede olduklarını itiraf ediyor.(5) Aslında bilim adamları için değil bir sineği taklit etmek, sadece küçük beyinlerine rağmen nasıl bu kadar geniş bir dizi akrobatik hareketi kontrollü bir şekilde gerçekleştirdiklerini anlamak bile havacılıkta devrim yaratacak nitelikte: “Bu (araştırma) insanın merakını artırıyor: nasıl olur da böcekler böyle küçük bir beyinle bu kadar geniş bir dizi akrobatik hareket üzerinde uçuş kontrolü kurabiliyorlar? Eğer mühendisler birgün bunun nasıl gerçekleştiğini anlayabilirlerse havacılıkta bir devrim yaşanacaktır” (6)

Sinek uçuşunun teknolojide taklit edilemeyecek kadar karmaşık olması, küçücük bir canlının küçücük beyniyle yapılan hareketleri insanın taklit edemiyor olması da Yaratıcının izniyledir.
-------------------------- 1. “Unconventional lift-generating mechanisms in free-flying butterflies”, Nature 420, 660-664 (2002); 12 Aralık 2002 2. “Butterflies Point to Micro Machines”, 11 Aralık 2002: http://news.bbc.co.uk/2/hi/science/nature/2566091.stm 3. “Aerodynamics: Red admiral agility”, Nature 420, 615 - 618 (2002); 12 Aralık 2002 4. “Nature's Flight System Could Be Key To Exploring Mars”, 3 Aralık 2001: http://www.spacedaily.com/news/mars-plane-01a.html 5. “Robotic Insect Takes to the Air”, 11 Nisan 2001: http://news.bbc.co.uk/2/hi/science/nature/1270306.stm 6. “Aerodynamics: Red admiral agility”, Nature 420, 615 - 618 (2002); 12 Aralık 2002

Kutup Ayıları Neden Üşümez?


Kutup ayıları kar fırtınalarının kimi zaman 120-140 kilometre hıza ulaştığı, yılın 12 ayında karla ve buzlarla kaplı bir bölgede, son derece zor koşullarda yaşarlar. Ancak Rahman olan Allah onları bu zor koşullara dayanıklılık gösterebilecekleri şekilde yaratmıştır. Kutup ayılarının derilerinin altında, 10 santimetre kalınlığında bir yağ tabakası vardır ve bu özellikleri gerekli olan ısı yalıtımını sağlamak için yeterlidir. Bu sayede kutup ayıları buzlu sularda saatte 10-11 km hızla, 2000 km uzağa kadar yüzerek gidebilirler. Peki tamamı karla kaplı bir yerde kutup ayıları besinlerini nasıl bulacaklardır? Kutup ayıları en çok foklarla beslenirler. Foklar ise buz ve kar tabakalarının altında yaşarlar. Ama bu, kutup ayılarının onları bulmasında bir problem oluşturmaz. Çünkü kutup ayılarının koku alma duyuları öylesine keskindir ki, 1.5 metre kalınlığındaki kar tabakasının altındaki bir fokun kokusunu bile rahatça algılayabilirler. Bu özelliklerin tümü Yaratıcının canlılar üzerindeki rahmetinin delillerinden yalnızca birkaç tanesidir.

20 Kasım 2009 Cuma

En Doğal Dezenfektan: Gözyaşı



Vücudumuzda hayati öneme sahip birçok sıvı salgılanır. Bunlardan biri de gözyaşıdır. 98.2'si su olan gözyaşı, içinde farklı oranlarda farklı maddeler bulunan çok özel bir sıvıdır. Geri kalan kısımda kan plazmasıyla aynı oranda üre ve plazmadakinden daha az oranda glikoz, tuzlar ve organik maddeler bulunur. Gözyaşının bu muhteşem bileşimi sağlıklı bir görüş için tahmin edilemeyecek kadar önemlidir. Bazı kişiler tarafından yalnızca tuzlu bir su olduğu zannedilen gözyaşı, göz için nasıl bir koruma sağlar? Sağlıklı, net bir görüş için neden gözyaşına ihtiyaç vardır? Gözyaşı daha az üretildiğinde gözde hangi rahatsızlıklar oluşur? Gözyaşının Görevleri Nelerdir? Gözyaşı bileşenlerinin varlığı iyi ve net bir görüş için şarttır. Bileşenlerin miktarında ya da yapısındaki ufak bir farklılık olduğunda göz kolaylıkla mikrop kapabilir ya da gözümüz net görme özelliğini yitirebilir. Gözyaşının görevleri 4 ana başlık şeklinde verilebilir:
Göz yüzeyini nemlendirmek ve kuruluğun vereceği hasarı engellemek
Mikroskobik olarak pürüzsüz olamayan göz yüzeyini pürüzsüz optik bir yüzey yapmak
Gözün kornea bölümüne ihtiyaç duyduğu oksijen ve diğer besinleri sağlamak
Gözü bakterilerden ve enfeksiyonlardan korumak.


3 Farklı Katman… 3 Farklı İşlev… Çok kompleks bir yapıda olan gözyaşını oluşturan bileşenler, 3 katman oluşturacak şekilde gruplanmıştır:


1. Yağ Katmanı:


Gözyaşının en üstte yer alan katmanıdır. Bu sayede hemen altında bulunan sıvı katmanın buharlaşarak fonksiyonunu yitirmesini ve gözyaşının alt göz kapağından akıp gitmesini engeller. Yağ salgılayan bezlerin bulunduğu katman çok ince olmasına karşın, gözyaşının dışarı akmasını ve buharlaşmasını başarıyla engellemektedir.


2. Sıvı Katman:


Bu katman, gözyaşının temel katmanıdır. Yağ tabakanın hemen altında; ortada yer alır. Üç katman arasında en kalın olanıdır. İçinde tuzları, proteinleri ve lizozim adlı özel bir kimyasal maddeyi barındıran karmaşık bir yapısı vardır. Sıvı katman gözün kornea tabakasını besleyen oksijeni taşır, atık ürünleri korneadan uzaklaştırır, korneada oluşabilecek enfeksiyonları engeller. Algıladığımız görüntülerin normal olması için gözün kornea tabakasındaki su hacminin değişim göstermeden belirli bir oranda kalması şarttır. Eğer bu oran bozulursa kornea şişer ve formu bozulur. Sıvı katman ayrıca korneadaki bu su hacminin dengede kalarak görüntü kalitesinin yüksek olmasını sağlar.


3. Mukus Katmanı:


Göz yüzeyinde bulunan konjonktiva adlı ince zardaki hücreler tarafından üretilir. Gözün hemen üzerinde yer alır, gözyaşının en alttaki katmanıdır. Üzerinde yer aldığı epitel yüzeyi hidrofobiktir, yani suyu sevmeyen iten bir yapısı vardır. Eğer sıvı katman ile bu katman yer değiştirmiş olsalardı mukus tabakası göz üzerinde duramayacak dolayısıyla bir işe yaramayacaktı. Bu katmanda gözün üzerinde durabilen musin adlı özel bir kimyasal madde bulunur. Gözyaşı bu madde ve mukus katman sayesinde yerçekimine karşı koyarak gözün önünde durmayı başarır. Gözyaşının Üretilme Miktarı Neden Önemlidir? Gözyaşı, sadece korneayı kurumaktan kurtaracak ve göz küresinin yüzeyinin kayganlığını kaybettirmeyecek miktarda üretilir. Böylece, göz hareket ettiğinde göz kapağının iç kısmı ile gözün üstü arasında sürtünmeden kaynaklanan bir rahatsızlık meydana gelmez. Gözyaşını oluşturan bileşenlerin yeterli miktarda üretilmemesi ya da bir bileşenin eksik olması göz yüzeyi üzerinde kuru noktaların oluşmasına neden olur. Bu durumda da göz ile göz kapağı arasında sürekli bir sürtünme olur ve gözün her hareketi bizim için bir eziyet haline gelirdi. Örneğin gözyaşı kuruluğu olan hastalarda, gözlerde sürekli bir yanma ve gözün içinin kum dolu olduğu hissi duyulur. Gözler batar, kaşınır, şişer, kızarır ve hastalığın ileri aşamalarında hasta görme yeteneğini kaybedebilir. Göz bileşenlerinde bozukluk ya da eksiklik olanlar, her 10–15 dakikada bir gözlerine yapay gözyaşı damlatmalıdırlar. Pek çok insan bu rahatsızlığı yaşar ve kısıtlı bir rahatlama sağlayan göz damlası ve ilaçlar için pek çok para harcar.




#Gözyaşı Nasıl Dezenfekte Ediyor?#
Çoğu insanın "yalnızca ağlandığında akan tuzlu su" zannettiği gözyaşı, son derece özel bir sıvıdır. İlk görevi gözü mikroplara karşı korumaktır. İçinde bulunan "lizozim" enzimi birçok bakteri türünü parçalayabilme ve mikrop öldürme özelliğine sahiptir. Lizozim sayesinde göz, enfeksiyonlardan korunur. Bu madde, binaları mikroplardan temizlemek için kullanılan kuvvetli dezenfektanların içeriğindeki maddelerden bile daha etkilidir. Peki böylesine güçlü bir dezenfektan, nasıl olur da göz gibi hassas bir organa hiçbir zarar vermez ve aksine mükemmel bir koruma yapar? Bu, Allah'ın yaratışındaki üstün sanatın örneklerinden biridir. Gözyaşı gözün kimyasal yapısına en uygun şekilde yaratılmıştır. Yaratılışın her noktasında mevcut olan muhteşem uyum, aynı şekilde göz ve gözyaşı için de geçerlidir. Gözde bir de yağlama sistemi mevcuttur. Bu sistem günde yaklaşık yüz bin defa dört ayrı yöne dönen gözün, bu hareketlerin sonucunda yıpranmasını engeller.

D Vitamini Eksikliğini Tespit Eden Bukalemunlar

D vitamininin tüm canlılar için yaşamsal öneme sahip olduğu bir gerçektir. İnsanlar D vitamini eksikliğini kan testleri ile tespit ederler ve doktor kontrolünde alınan ilaçlarla bu eksikliği gidermeye çalışırlar. Bukalemunların ise ne kan testi yapacakları laboratuvarları, ne de ilaç kullanmalarını tavsiye edecek doktorları vardır. Ancak bu canlılar D vitamini eksikliğini kusursuz bir biçimde tespit ederler. Kalsiyum ve fosfor metabolizmasını düzenleyen D vitamini; tüm canlılarda olduğu gibi sürüngenlerde de kalsiyumla birlikte kemik ve dişlerin güçlenmesinde, hücrelerin büyümesinde, kas ile sinir sistemlerinin düzenli işlemesinde ve sert deri dokularının oluşmasında hayati öneme sahiptir. D vitamini sindirim sisteminden kalsiyum emilimini artırarak, kalsiyumun aktif taşınmasını hızlandırır. Özellikle bağırsak dokularındaki epitel hücrelerde kalsiyum emilimine yardım eden, kalsiyum-bağlayıcı proteinlerin oluşumunu artırır ve bu biçimde kemiklerde kalsiyum birikimine yardım eder. Ön maddesi deri altında bulunan D vitamininin başlıca kaynağı, güneş ışınlarıdır. Nitekim güneşlenme ile günlük kalsiyum gereksiniminin % 80'i karşılanır. İşte, bukalemunlar deri altlarında bulunan D vitamininin öncü maddesini güneş ışınları ile aktif hale getireceklerini Yaratıcının yarattığı kusursuz bir sistem vesilesiyle bilirler.

#Bukalemunların Güneşlenmeyi İstemeleri Bilim Adamlarını Hayrete Düşürüyor#
Bukalemunlar ve diğer soğukkanlı hayvanların sabit vücut ısılarını düzenlemek için güneşlendikleri bilinir. Ancak Teksas Hıristiyan Üniversitesi'nden Kristopher Karsten başkanlığında bir grup biyoloğun yürüttüğü bir çalışma sonucuna göre bu canlıların güneşlenmelerinin tek nedeni kendilerini sıcak tutmak istemeleri değil. Çünkü bu araştırma sırasında yapılan bir deney bukalemunların D vitamini ihtiyaçlarına göre güneş banyosu yapma sıklıklarını düzenlediklerini göstermiştir. Bukalemunların D vitamin alımlarına göre güneşlenme davranışlarını değiştirip değiştirmediklerini test etmek için, Karsten ve ekibi iki farklı bukalemun grubunun davranışlarını gözlemlemiştir. Gruplardan biri, üzerlerine D vitamini tozu serpilmiş çekirgelerle beslenmiş, bu şekilde vücutlarındaki D vitamini seviyesi yükseltilmiş, diğer grup ise sadece çekirge ile beslenerek bukalemunların D vitamini seviyeleri düşürülmüştür. Bu deneyi takiben bukalemun grupları, güneşi direkt görebilen ve gölge sağlaması için bir ağacı bulunan, kendileri için özel olarak hazırlanmış bir alana yerleştirilmişlerdir. Bukalemunlar genelde gün boyunca biraz güneşlenip gölgeye çekilmeyi tercih ederler. Ancak Karsten'in deneyindeki bukalemunlardan D vitamin seviyesi düşük bir diyetle beslenenler diğer gruba göre daha sık ve uzun süreli olarak güneşe çıkmışlardır. Bu davranış biçimi bilim adamlarını oldukça hayrete düşürmüştür. Çünkü bukalemunlar vücutlarındaki D vitamini seviyesini ve güneşlenme davranışlarını buna göre düzenlemeyi şaşırtıcı bir kesinlik ile yapmışlardır. Bukalemunlar çok ağır hareket eden, ağaçlarda ve çalılar üzerinde yaşayan hayvanlardır. Derilerinde renk maddesi denilen "kromatoforlar" bulunur. Bu sayede bulundukları ortama renk uyumu sağlayarak düşmanlarından korunurlar. Bukalemunlarda sempatik sinir sisteminin salgısı ile pigmentlerin dağılması ve toplanması sağlanarak renk değişimi meydana gelir. Böylece çok ağır hareket eden bu hayvan, bulunduğu ortamda fark edilmeden güvenli bir şekilde yaşamını sürdürebilir. Peki bukalemunlar, hangi mekanizmayı kullanarak vücutlarındaki D vitamini seviyesini ölçebilmekte ve seviyenin düşük olduğuna nasıl karar vermektedirler? Araştırmacılar bu sistemin vitamin seviyelerini algılayabilen bir beyin reseptörü (alıcı sinirler) tarafından gerçekleştiğini iddia etmektedirler. Ancak gözü, aklı ve bilinci olmayan sinir hücrelerinin, yıllarca eğitim almış bilim adamlarının son derece kompleks teknik donanıma sahip laboratuvarlarda yaptıkları deneylerle elde ettikleri sonuçları bukalemunların nasıl olur da tam bir kesinlikle saptadıklarını açıklayamamaktadırlar. Ayrıca bukalemunların bu küçük sinir hücrelerinin kendilerine ilettiği mesajı nasıl anladıklarını ve güneşte ne kadar süreyle durmaları gerektiğine nasıl karar verdiklerini de bilimsel bir şekilde izah edememektedirler. Bu nedenle de cevap veremedikleri soruları içgüdü terimi ile açıklamaya çalışmaktadırlar. ‹şte bazı bilim adamlarını yanılgıya düşüren gerçek budur. Çünkü gerçekte içgüdü olarak açıklamaya çalıştıkları davranış biçimleri, aslında Yaratıcının canlılara ilham ettiği davranışlardır. Rabbimiz dünyanın bir imtihan yeri olması nedeniyle dünyadaki herşeyi elbette, sebeplere bağlı olarak yaratmıştır. Bukalemunların güneşlenme ve D vitamini eksikliğini tespit etme yeteneklerini kazanmalarına da D vitamini reseptörlerini sebep kılmıştır. Kuşkusuz bu durum, Yaratıcının yaratma sanatının en güzel örneklerinden biridir.

Biyolojik Kristal: Dişler

Önümüzde duran tabaktaki lezzetli bir salatayı veya meyveyi nasıl parçalanacağını ve öğütüleceğini hiç düşünmeden yeriz. Çünkü lokmaları ağzımıza attığımız an bunları öğüten ve küçük parçalara ayırarak kolayca yutmamızı sağlayan dişlerimiz var. Üstelik bu yiyecekler ne kadar sert olursa olsun dişlerimiz o kadar sağlamdırlar ki hiçbir zaman yemekleri çiğnerken onların kırılacaklarını düşünmeyiz. Oldukça sert yiyecekleri, hatta sert kabuklu meyveleri bile dişlerimizin yardımıyla kolayca parçalayabiliriz. Dişlerimize bu sağlamlığı kazandıran, onlara son derece mükemmel bir yapı veren Yaratıcıdır. Dişler Yaratıcının üstün ve kusursuz yaratışının delillerinden birini daha gözler önüne sermektedir. Dişler düzenli ve iyi bir bakımla hayat boyu sağlam kalabilen bir yaratılış harikasıdır. Sağlam olmalarının yanında işlevsel ve estetik özelliklere de sahip olan dişler herşeyden önce, işlevlerine uygun bir dizilime sahiptirler; lokmayı ısırma ve koparmaya yönelik olarak ilk görevi üstlenen ön dişler, ağza alınan parçayı yutabilecek kadar küçük parçalara ayırmaya veya ezmeye yarayan küçük azı ve büyük azı dişleri… Ayrıca üstteki dişler ile alttaki dişler tam olarak birbirine uyumlu bir oturuşa sahiptir. Dişlerin bu şekilde düzgün bir biçimde oturmaması durumunda ise, lokmaları çiğneyip ezmemiz, pek kolay olmazdı. Dişlerin bu uygun ve sindirime uyumlu sıralanışı sayesinde ağzımız yüksek teknolojili öğütme araçları ile donatılmış gibidir. Dişlerin estetik güzelliklerinin yanısıra bir diğer özellikleri ise biyolojik açıdan en sert malzemeden yapılmış olmalarıdır.

# Sert Diş Minesi ve Esnek Dentin #
Dişlere dayanıklılığını veren diş minesi kristal kadar serttir. Seramik benzeri bir yapıya sahip olan diş minesi, daha yumuşak olan dentine esnek bir şekilde bağlanmıştır. Bazı araştırmacılar dentin ve mineyi bir yatak üzerinde yer alan cam bir tabağa benzetirler. Bu iki malzeme en doğru sertlikte inşa edildiği için esnek dentin-mine bağlantısı, kişinin yaşamı boyunca çiğnerken ve öğütürken diş minesini kırılmaktan korur. Gerçekte dişin bu yapısı tek bir gen tarafından kodlanan, normalde bir araya gelmesi beklenmeyen bir çift protein tarafından desteklenmektedir.

#Dişlerin Yaratılışı#
Diş araştırmacıları, diş oluşumu ile ilgili yaptıkları çalışmalarda Yüce Allah'ın muhteşem yaratış sanatını ve bu yaratıştaki ince detaylarından bir tanesini daha gözler önüne seren bir gen ortaya çıkardılar. Bu gen, diş minelerinin ve dişin içerisinde daha yumuşak yapıdaki dentinin oluşumunda önemli rol oynayan dentin sialophospho protein (DSP) genidir. Diş oluşumunda kritik rol oynayan bu gen, tek bir protein açığa çıkarır, ancak bu protein dentin sialoprotein (DSP) ve dentin phospho protein (DPP) adı verilen zıt işlevlere sahip iki proteine bölünür. Söz konusu proteinlerden DPP kırılganlığa yol açan oyuk ve kireçli bir mine tabakası oluştururken, DSP minenin sertliğini ve oluşum hızını artırmaktadır. Başka bir deyişle bu iki proteinin tam belirtilen ölçülerde ve birbirini tamamlayan ince bir teknikle bir arada çalışması sonucu dişler ne çok kırılgan ne de çok yumuşaktır. DSP ve DPP arasındaki mükemmel denge kritik dentin-mine bağlantısının hassasiyetini gözler önüne sermektedir. Çünkü dişlerin korunmasında etkin bir madde olarak görünen ve minenin dentinle olan bağlantısında çok ince bir tabaka halinde bulunan DSP, tüm mineden daha serttir. Eğer bu proteinin miktarı artırılırsa dişler daha kırılgan hale gelmektedir. Çünkü dişleri daha sert yapan ve çürümeye karşı koruyan florürün fazla miktarının dişleri zayıflatması gibi, DSP'nin de aşırı miktarının dişleri zayıflattığı ve kırılgan hale getirdiği saptanmıştır. Diğer taraftan DPP proteininin dişleri zayıflatan bir etkisinin olduğu bilinmektedir. Bu proteinin olması gerekenden fazla miktarda bulunması ise dişlerimizin çürüyüp dökülmesi anlamına gelir. Ancak Yaratıcı sonsuz ilmi sayesinde, DSP ve DPP arasında çok hassas bir denge kurulmuştur. Bu öyle hassas bir ayardır ki mineyi zayıflatıyormuş gibi görünen DPP proteini, sertliği artıran DSP proteini ile birleşerek uygun diş oluşumunu sağlamaktadır. Her şeyi belli bir ölçü ile ve düzen içinde yaratan Yüce Allah DSP ve DPP arasındaki bu hassas denge ile yumuşak dentinin, daha dışarıdaki sert seramiğe benzer yapıdaki mine kaplaması ile güvenli bir biçimde birleşmesini sağlar.

DARWİN'İN İTİRAFLARI


Charles Darwin, evrim teorisini 1859 yılında yayınladığı The Origin Of Species By Means Of Natural Selection Or The Preservation Of Favored Races In The Struggle For Life (Türlerin Kökeni, Doğal Seleksiyon veya Yaşam Mücadelesinde Kayırılmış Irkların Korunması Yoluyla) isimli kitabı ile öne sürdü. Darwin "uzun bir argüman" olarak tanımladığı kitabında, canlılığın kökenini evrimsel gelişme ile açıklamaya çalışmıştı. Kitabın tamamında, konuların ele alınışı son derece acemice ve bilimsel deneylerden veya gözlemlerden uzak, daha çok tahmin ve varsayımlar üzerine kuruludur. Darwin, Descent of Man (İnsanın Türeyişi) isimli kitabında da yine aynı bilimsel seviyede, insanın evrimi ile ilgili teorilerini açıklamıştır. Her iki kitapta da Darwin, teorisinin zayıflıklarını, tutarsızlıklarını itiraf etmiş, böyle bir varsayımın doğruluğu ile ilgili ciddi şüpheleri olduğunu sık sık tekrarlamıştır. Amerikalı fizikçi Lipson, Darwin'in bu korkuları hakkında şu yorumu yapar: Türlerin Kökeni'ni ilk okuduğumda Darwin'in genelde sunulan tablonun aksine, kendisinden pek de emin olmadığını fark etmiştim. Örneğin "Teorinin Zorlukları" başlıklı bölüm, çok belirgin bir güvensizlik yansıtmaktadır. Bir fizikçi olarak, gözün nasıl ortaya çıkmış olabileceği yönündeki yorumları karşısında şaşkınlığa düştüm.(H. S. Lipson, "A Physicist's View of Darwin's Theory", Evolution Trends in Plants, Cilt 2, No.1, 1988, s. 6) Ayrıca, Charles Darwin'in oğlu Francis Darwin'in editörlüğünü yaptığı ve Darwin'in mektuplarının derlemesinden oluşan Life and Letters of Charles Darwin (Charles Darwin'in Hayatı ve Mektupları) adlı kitapta yer alan mektuplarda da Darwin birçok benzeri itirafta bulunmuştur. Bu kitapta, Darwin'in pek çok yakın arkadaşına veya dönemindeki bazı bilim adamlarına yazdığı mektuplar derlenmiştir. Bu mektupların birçoğu Darwin'in evrim teorisi ile ilgili itirafları ile doludur. Hatta Darwin, iddia ettiği konulardaki bilgi yetersizliğini sık sık dile getirmekten de çekinmemiştir. Ne var ki, evrim teorisinin sahibinin bu teorinin doğruluğu ve kendi bilimsel seviyesi ile ilgili şüphelerinin bulunmasına ve büyük bir açık sözlülükle bunları itiraf etmesine rağmen, günümüz evrimcilerinin hem Darwin'den hem de evrim teorisinden bu kadar emin olmaları elbette düşündürücüdür. Bu bölümde Darwin'in sadece genel olarak evrim teorisi ve kendisi ile ilgili itiraflarına yer verilecektir. Bunların yanı sıra Darwin'in bu iddiayı ortaya atarken içinde bulunduğu ruh hali de itiraflarında yer alacaktır. İşte Darwin'in kendi teorisinin çelişkili, tutarsız ve gerçek dışı bir iddia olduğu yönündeki kuşkuları: Okur yapıtımın (Türlerin Kökeni) bu bölümüne varmadan önce bir yığın güçlükle karşılaşmış olacaktır. Bunların bazıları bugüne dek üzerlerinde belirli bir ölçüde duraksamadan düşünemediğim kadar çetindir.(Charles Darwin, Türlerin Kökeni, Onur Yayınları, 5.b., Ankara 1996, s. 185) Teoriye karşı haklı olarak yöneltilmiş itirazların ve teorinin karşılaştığı güçlüklerin ağırlığı altında yıllarca ve onların ağırlığından kuşkulanamayacak kadar çok ezildim.(Charles Darwin, Türlerin Kökeni, s. 528) Bu çalışmaların (Türlerin Kökeni için kullandığı çalışmaları), bunları yaparken harcadığım zamana değip değmediğinden şüphe ediyorum.(Francis Darwin, The Life and Letters of Charles Darwin, Cilt.I, New York:D. Appleton and Company, 1888, s.315) Görüşlerimin, sayısız miktarda zorluklarla dolu olduğunu göremeyecek kadar kör olduğumu sanma...(Francis Darwin, The Life and Letters of Charles Darwin, Cilt.I, s. 395)
Harvard'da biyoloji profesörü ve yakın dostu olan Asa Gray'a yazdığı bir mektubundan:
Oldukça iyi biliyorum ki, spekülasyonlarım meşru bilimin sınırlarının oldukça ilerisine uzanmıştır.(N.C. Gillespie, Charles Darwin and the Problem of Creation, 1979, s. 2 [Chicago üniversitesi kitabı]) Editörlüğünü Charles Darwin'in oğlu Francis Darwin'in yaptığı The Life and Letters of Charles Darwin (Charles Darwin'in Hayatı ve Mektupları) isimli kitabın giriş sayfası. E. Haeckel'e yazdığı mektubundan: Evrim doktrinini yayarak çok müthiş bir iş yapmış olacaksın. Yararsız yapıların ileriki aşamalarda ortadan kalkmasıyla ilgili problem senin de kafanı karıştırdı mı? Bu problem son zamanlarda benim aklımı oldukça karıştırdı.(Francis Darwin, The Life and Letters of Charles Darwin, Cilt.II, New York:D. Appleton and Company, 1888, s.358) Fox'a yazdığı mektubundan: Doğanın tamamı gerçekten inatçı ve benim istediklerimi yapmıyor ve şu an sadece eski midyelerimden başka yeni hiçbir şey üzerinde çalışmak istemiyorum.(Francis Darwin, The Life and Letters of Charles Darwin, Cilt.I, s.413) Bazen tamamıyla çöküntüye uğrayacağımdan korkuyorum...(Francis Darwin, The Life and Letters of Charles Darwin, Cilt.I, s.413)
J. D. Hooker'a yazdığı mektubundan:
Bazen, yakında tamamen yenilgiye uğrayacağımdan şüpheleniyorum.(Francis Darwin, The Life and Letters of Charles Darwin, Cilt.II, s.152) Görüşlerime ters düşen bazı büyük zorlukları ortadan kaldırdığımı düşünüyorum, fakat bunların hepsi bir halüsinasyon olabilir.(Francis Darwin, The Life and Letters of Charles Darwin, Cilt.I, s. 439) Tamamen yanlış bir inancın içinde olduğumu düşünmeye başladım. Bana bu konunun on sene içinde tamamen unutulacağını söylediğinde haklıydı.(Francis Darwin, The Life and Letters of Charles Darwin, Cilt.II, s.117) Bana kitabımı soruyorsun, sana söyleyebileceğim tek şey intihar etmeye hazır olduğum; kitabın çok makul bir şekilde kaleme alındığını düşünüyordum, fakat şimdi tekrar yazılması gerektiğini anladım.(Francis Darwin, The Life and Letters of Charles Darwin, Cilt.II, s.501) Türlerin Kökeni'nin yayınlanmasının ardından o kadar çok şey yayınlandı ki, bu bilgileri değerlendirip bir bütün haline dönüştürme gücüne ve akıl yeteneğine sahip olduğumdan şüphe ediyorum.(Francis Darwin, The Life and Letters of Charles Darwin, Cilt.II, s. 388)
Lyell'e yazdığı mektubundan:
Çeşitli konularla ilgilenen pek çok insanın yıllardır bir illüzyon içinde olduğunu düşünerek oldukça seviniyorum. Sık sık üzerime soğuk bir ürperti geliyor ve kendi kendime bütün hayatımı bir fantaziye adayıp adamadığımı soruyorum.(Francis Darwin, The Life and Letters of Charles Darwin, Cilt.II, s. 25) Robert Downs anlatıyor: Darwin'in yaşı ilerledikçe din konusundaki görüşleri de değişti. Gençliğinde özel yaratılış fikrini hiç tartışmasız kabul ediyordu. Life and Letters adlı kitabında ise "insan uzak gelecekte şimdikinden çok daha mükemmel bir varlık olacaktır" diyordu. Sonra şu fikirleri de ilave ediyordu: "Allah'ın varlığı hakkında hislere değil de akla bağlı bir başka nokta da, çok önemli bir konu olarak beni etkiliyor. Bu muazzam ve harikulade evreni, çok geriye ve çok ileriye bakabilme kabiliyeti bulunan insan da dahil olmak üzere, kör tesadüf veya zaruretin eseri olarak görmek çok güç, hatta imkansızdır. Böyle düşününce bir dereceye kadar insanınkine benzeyen zihin sahibi bir "İlk Sebep" aramak zorunda kalıyorum; bu bakımdan teist sayılabilecek bir insanım. Hatırladığıma göre, Türlerin Kökeni'ni yazdığım zaman bu inanç bende çok kuvvetliydi. O tarihten beri yavaş yavaş ve birçok dalgalanmalarla zayıfladı. Ama o zaman da şu şüphe ortaya çıkıyor: Benim inandığıma göre en aşağı hayvanlarınki kadar basit bir zihinden çıkmış olan bir akla, böyle büyük bir sonuç çıkardığı zaman güvenilir mi?"(Robert B. Downs, Dünyayı Değiştiren Kitaplar, Tur Yayınları, İstanbul 1980, s. 289) Darwin bu noktada çaresizlik içinde ellerini açıyor ve şunları söyleyerek sözünü bitiriyor: "Böyle karmaşık meselelere en ufak bir ışık dahi tuttuğumu iddia edemem. Herşeyin başlangıcındaki sır bizim için çözülemez bir halde duruyor; şahsen ben bir agnostik (bilinemezci) olarak kalmaktan memnunum."(Robert B. Downs, Dünyayı Değiştiren Kitaplar, s.290)